: Health,Psychology,Sağlık Blog-: Feminizm
12.09.2008

Feminizm

0 yorum

Feminizm, toplumun herkes için vaat ettiği eşlilik ve özgürlüğü ka­dın yaşamındaki her alanda gerçekleştirme mücadelesidir. Kendilerini sınırlayan değerlerden gelenekden, yaşam biçiminden kurtulma mücadelesidir Feminizmin hareket noktası, kadın deneyimleridir. Bu de­neyimler belli bir tarihsel dönemde, kadınların İçinde bulundukları top­lumsal formasyondan, sınıf aidiyetin­den ve bu aidiyet temelinde şekillenen cinsiyet kimliğinden bağımsız olarak ele alınamaz. Tüm bu etkenler tarafından şekillendirilen deneyimler problematize edilerek, teoriler, oluş­turulur. Bu teoriler temelinde politi­kalar üretilir. Politikaların hayata ge­çirilmesi sırasında elde edilen dene­yimler ise, feminizmin, teorisine kat­kıda bulunarak kadın yaşamının farklı alanlarına nüfuz edilmesine, bu alanların sorgulanıp dönüştürülmesi­ne yardım eder.
Kadın hareketi, her ülkenin içinde bulunduğu sosyal, siyasal koşullara göre şekillenmiş, kadınlar ezilişlerine başkaldırmalardır. Bu yolda dergiler çıkarılmış, çeşitli örgütlenmelere giri­şilmiştir. Türkiye’de feminizmin tari­hi başlıca 4 dönemde ele alınabilir:
1- Klasik feminist hareket: 1800’lerde başlayıp, 1920’lere, hatta 70’lere değin süren, eğitim, çalışma, siyaset gibi temel hakların talep edil­diği dönem.
2- 1970-1980: Solun Yönlendirdiği Kadın Hareketi
3- 1980-1990: Askeri Darbe Sonra­sı Kadınların Kimlik Arayışları ve Yükselen Feminist Hareket.
4- 1990-1995: Kurumsallaşan Ka­dın Hareketi.
Osmanlı Dönemi
19. yüzyılda dünyada yaşanan tüm değişimlere paralel olarak Osmanlı toplumunda da önemli değişimler gündeme geldi. Toplumsal, siyasal, ekonomik Yapılar değişmeye başladı. Hukuk, eğitim alanında önemli re­formlar yapıldı. Tüm bu değişmelerden kadınlar da yararlandı. Yaşadık­ları sorunların farkına varan kadınlar çözüm için somut çözümler üretmeye, bu amaçla çeşitli araçları kullan­maya başladılar. Basın ve dernekler bu doğrultuda önemli işlev gördü.
1869’da ilk kadın dergisi Terakki-i Mukadderat çıkarıldı. Daha sonra 1975’te Vakit Yahut Mürebbi-i Muha­berât, 1880’de Aile, 1883’te İhsaniyet, I882’de Hanımlar, 1887’de Şüküfezar 1987’de Mürüvvet, 1889’da Parça Bohçası, 1896’da Hanımlara Mahpus Gazete ve Hanımlara Mahsus Malu­mat, l908’de Demet, Mehasin. 1911’de Musavver Kadın, Kadın. 19l3’te Kadınlar Dünyası, Kadınlık Hayati, 1914’te Kadınlık, Hanımlar Alemi, Seyyale, Siyanet, 1917’de Bilgi Yurdu Işığı; 1918’de Törfe Kadını, Genç Kadın, 1919’da İnci, 1920’de Diyane, 1921’de Hanım adlı dergiler çı­karıldı. Süküffezar, sahibi ve yazı kad­rosu tamamen kadın olan ilk dergiy­di. Dokuz sene çıkacak olan Hanım­lara Mahsus Gazete, entelektüel kadınların eserlerini tanıtmayı, kadın­larla ilgili bilgileri iletmeyi amaçla­mıştı.
Kadınlar ilk örgütlenmeyi yardım derneklerinde gerçekleştirdiler. 1898’de Şefkat-i Nisvan derneği ku­ruldu. Osman Şefkat Cemiyet-i Osman Şefkat Cemiyet-i Hariyesi, Himaye-i Etfal, Topkapı Fukaperver Cemiyeti, Hilal-i Ahmer gibi sayıları daha sonra özellikle Balkan ve I Dünya Savaşı gibi savaş yılların­da giderek artacak olan, kadınlara yardım etmeyi amaçlayan, geçim ve barınma sorunlarına çözüm bulmayı amaçlayan kadın dernekleri kuruldu.
Kız çocuklarının eğiliminin temel amaç olarak alındığı, kadınların iş yaşamına girebilmeleri için mesleki eğitimin verildiği dernekler de vardı. Osmanlı Türk. Kadınları Esirgeme Derneği, Osmanlı Kadınları Çalıştırma Cemiyeti Hayriyesi, Biçki Yurdu gibi dernekler tarafından atölyeler, terzievleri açıldı. El becerileri gelişti­rildi, kadınlara istihdam olanakları sağlandı.
Asri Kadın Cemiyeti, Osmanlı Ka­dınları Terakkiperver Cemiyeti, Os­manlı Kadınlar Cemiyeti, Nisvan Heyet-i Edebiyyesi, Teali-i Nisvan Cemi­yeti gibi örgütler, kadınları çeşitli açı­lardan bilgilendirme, bilinçlendirme amacına yönelikti.
İlk feminist kadın derneği Osmanlı Müdafaa-ı Hukuk-ı Nisvan Derneği (Osmanlı Kadınının Hukukunu Savunma Derneği 28 Mayıs 1913 yılın­da kuruldu. Demeğin Kadınlar Dünyası isimli, 1913’ten 1921’e dek çıkan bir de yayın organı vardı. Sahibinden, yazı kadrosuna, mürettiplerine dek sadece kadınların oluşturduğu dergide kadınların eğitim, çalışma, aile hayatı, hukuk, siyaset gibi alanlarda talepleri gündeme getirildi, isyanları, çözümleri açıklandı.
İlk bilinç yükseltme konferanslar; 7 Kasım 1913 yılında İstanbul’da “Beyaz Konferanslar” adıyla verilmeye başlandı.
Üniversitelerde kadınlara yönelik ilk konferanslar 7 Şubat 1914 yılında verilmeye başlandı. Üniversite eğitim görme hakkı kadınlara 12 Eylül 19l4’te tanındı.
Cumhuriyet Dönemi
İlk kadın partisi “Kadınlar Halk Partisi” 15 Haziran 1923’te kuruldu. Ancak seçim kanununda kadınlara oy hakkı tanınmadığı gerekçesiyle valilikten onay alamadı. Zaten daha sonra kabul edilecek olan 1924 Ana­yasasında her erkek Türk seçme se­çilme .hakkına sahip olacaktı.
5 Şubat 1924’te bu kez bir demek çatısı altında “Türk Kadınlar Birliği” adlı dernekle, kadınların siyasal hak­ları için mücadele yoluna gidildi.
17 Şubat 1926’de İsviçre Medeni Kanunu model alındığı ilk Laik Mede­ni Kanun, kabul edildi. Kadınlara bo­şanma hakkı yanında birçok hak tanındı. Böylece kadınların en önemli taleplerinden biri yerine getirilmiş oluyordu.
1930 yerel seçimlerinde, 5 Aralık 1934’te ise genel seçimlerde kadınlara seçme seçilme hakkı tanındı. 18 kadın 1935 genel seçimlerinde parla­mentoya girdiler Ancak 1995’e dek bu rakama bir daha ulaşılamayacaktı. 1945’lere, 50’lere değin süren Tek Parti döneminde kadınlar eğitim ve çalışma alanında basan elde ettiler. Ancak bağımsız olarak örgütlenmele­ri uygun bulunmadı.
Yayındık faaliyeti bu dönemde de Sürdü. 1923’te Süs, Ev Hocası, Asar-ı Nisvan, Kadın Yolu/Türk Kadın Yolu, I924’te firuze, 1929 da Hanımlar Ale­mi, 1939’de Cumhuriyet Kadını çıka­rıldı. 1930lu yıllarda Sabiha Sertel’in yazarlık ve bazen yayımcılık görevini üstlendiği Resimli Av Mecmuası, ka­dın sorununu toplumcu bir bağlam­da ele aldı.
1946’de Cemiyetler Kanunu’nun değişmesinden sonra, kadın dernekleri tekrar kurulmaya başladı. 1948’de iş ve meslek kadınlarını he­def alan uluslararası bir dernek olan Soroptimist Kulüpleri Birliği, 1949’da Üniversiteli Kadınlar Derneği kurul­du. Yardım dernekleri 1949’da İz­mir’de “Kadınlığı Koruma ve Sosyal Yardım Cemiyeti”, 1959’da Türk Anneler Derneği kuruldu. Türk kadını­nın sosyal ve kültürel hayatını araş­tırma ve geliştirme amacına yönelik olarak 1953’te “Kadın Sosyal Hayatı­nı Tetkik Kurumu Derneği” kuruldu.
Bu arada siyasal partiler kadın kol­ları kurmaya başladılar. Partiye yar­dımcı teşkilat olmaları için kolları desteklediler. 1953’te CHP kadın kol­ları kuruldu. 1959’da Demokrat Parti kadın kolları örgütlendi. Adalet Partisinde Kadın Kolları ile ilk yönetme­lik 1965 yılında çıkarıldı. Aynı tarih­lerde Milliyetçi Hareket Partisi, Cum­huriyetçi Köylü Partisi ve Güven Par­tisi de Kadın Kollarını kurdular. Bu dönemde sadece Türkiye işçi Partisi kadın kolu kurmadı.
1960’lı yıllarda Türkiye ileri Kadınlar Derneği (1965, İstanbul). Milliyet­çi Kadınlar Derneği (1967, Ankara), Türk Ev Kadınları Derneği (1966, Ankara), Türkiye Devrimci Kadınları Derneği (1969, İstanbul} gibi döne­min sağ ve sol siyasal akımları doğrultusunda kurutan deneklerin yanı sıra, -Kızılderili dilinde ”çalışma gay­ret” anlamına gelen -Zonta Derneği (1963, İstanbul) iş ve Meslek Kadın­ları Demeği olarak kuruldu.
1970-1980: Solun Yönlendirdiği Kadın Hareketi
1970’ler Türkiye’sinde sosyalist eğilimli gençlik hareketlerinin siyasal gündemi sayısal güçlerini aşan bir bi­çimde belirledikleri bir dönem oldu. Azgelişmişlik. dışa bağımlılık, gelir ve fırsat eşitliği, sınıflararası uçurumlar gibi yapısal sorunlar bu dönemde gündeme geldi. Eşitsizlik ve sömürü kavramlarının belirdiği ortamda, kadınların da yasalarda varolduğu iddia edilen eşitliğe karşın eşit olmayan bir cins grubu oldukları bilinci doğdu. Ancak bu söylemde ka­dınlar sosyalizmin kadın sorununa yaklaşımı temelinde ele alınarak değerlendirildi. Sol hareket içinde yer alan örgütlerde bulunan kadınlar “İlerici Kadınlar Derneği” (1975, İs­tanbul), “Ankara Kadınlar Derneği”, “Devrimci Kadınlar Birliği” gibi derneklerde kadınları sosyalizme kazan­dırmak için çalışmalar yaptılar, kendi siyasi görüşleri doğrultusunda genel olarak güncel ekonomik ve demokra­tik talepler çerçevesinde kadınları ör­gütlemeye çalıştılar. Gecekondu böl­gelerinde yaşayan ev kadınları ve işçi kadınlar bu hareketlerin hedef kitle­sini oluşturdular. Belli kesimlerle sı­nırlı olsa da hareketin içinde yer alan kadınlar ise, genel olarak kendilerini daha rahat ifade edebilecekleri yerler olan sol örgütlerde siyaset yapma im­kânı buldular.
Hemşire örgütlenmeleri işçi kadın eylemlerinde olduğu gibi. çeşidi mesleki talepler gündeme getirildi. Kadınlar çeşitli gösterilere de katıldı­lar: Solcu gençten hedef alan cinayetleri kınamak amacıyla bir grup kadın tarafından 1971’de Ankara Tandoğan Meydanında gerçekleştirilen “Evlat Acısına Son Mitingi”, ya da güncel ekonomik talepler çerçevesinde ha­yat pahalılığını kınamak amacıyla “Boş tencere yürüyüşü.”
Bu dönemde kadınların kurtuluşu için tek çarenin erkeklerle birlikte verilecek sınıf mücadelesine dayan­ması gerektiği doğrultusunda kitap­lar yayınladı. Yayınevleri kadın dizisi başlattılar. Edebiyatta eser veren Sev­gi Soysal, Nezihe Meriç, Adalet Ağaoğlu gibi kadın yazarlar donemin özelliklerini yansıtan konulan eserle­rine konu ettiler. Sol siyasi hareketler içinde yer almış kadınların ikili ilişki­leri, siyasi tutuklu kadınların hapis­hane içindeki yaşamları, kendilerini sorgulayışları ele alındı.
16-19 Mayıs 1978’de Nermin Abadan-Unat tarafından “Türk Toplumun­da Kadın” toplantısı düzenlendi. Ka­dın sorunlarına eğilen, yalnızca ka­dın akademisyenlerin katıldığı top­lantının tebliğleri aynı İsimli kitapta yayınlandı. Kadın hareketini destek­leyecek önemli veri ve bilgiler bu kitapta yer aldı. Kadın konusu akade­mik bir ilgi görmeye başladı.
1980-1990; Askeri Darbe Sonrası Kadınların Kimlik Arayışları
1980’de Türkiye’de askeri darbe oldu. Bütün siyasi kuruluşlar, özellik­le Marksist sol hedef alındı. Feminist hareket ise 1980 darbesine karşı olu­şan demokratik muhalefetin ilk hare­keti olarak gündeme geldi. Kadınların yalnızca kadın olmaktan kaynak­lanan, sorunları olduğu, bu özgül so­runların “işçi sınıfı” sorunları içinde eritilemeyeceği anlaşıldı.
1980’lerin başında bilinç yükseltme grupları oluşmaya başladı. Çoğunluğu 70’lerde Avrupa’da bulunan kadınların oluşturduğu gruplar An­kara ve İstanbul’da ortaya çıkmaya başladı. Tüm-As (tüm asistanlar der­neği) 1979-80 yıllarında kadın aka­demisyenlerin kendi aralarında top­landığı, ezme-ezilme ilişkilerinin sor­gulandığı bir işlev görmüştü.
1982’de İstanbul’da Gazeteciler Cemiyetinde YAZKO (Yazarlar Ko­operatifi) tarafından düzenlenen sempozyumda feminizm kadınlar ta­rafından açıkça savunuldu. 4 Şubat 1953’te Kemalist aydınlar bünyesin­de barındıran YAZKO’nun çıkardığı Somut dergisinde kadın sayfası ayrıldı, bu sayfaya özerklik tanındı.
8 Mart 1984’te İstanbul’da 35 ka­dın tarafından “Kadın Çevresi Ano­nim Şirketi” kuruldu. Amaç kadın bi­lincini yükseltmek, cinsiyetçiliğin kavramlarını oluşturmak, bunu toplumda keşfetmek ve deşifre etmekti. 1937’de Feminist dergisi çıkarıldı. Bu yıllarda Türk Sosyal Bilimler Derneği kadın çakmalarım birbiri ardına ya­yınlamaya başladı.
1986’da Kadın Emeğini Değerlen­dirme Vakfı kuruldu. Vakfın amacı büyük kentlerdeki kentsel yaşamla tam olarak bütünleşmemiş dar bölge­lerdeki kadınların eşit koşullarda çalışma yaşamına katılmasına ve bu ko­nuda karşılaşacakları sorunların çö­zümüne yöneliktir.
Kadınlara karşı “Her Türlü Ayırımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi Nairobi” toplantısından sonra 1979’da yü­rürlüğe girmişti. 1985’te “Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlen­mesi Sözleşmesi” için bir imza kam­panyası başlatıldı. Toplanan 7000 imza Meclis’e verildi. Türkiye bu anlaş­maya taraf oldu. Ancak aile hukuku­nu ilgilendiren 15. ve 16. maddelere çekince konmuştur.
17 Mayıs 1987’de darbe sonrası ilk kitle eylemi “Dayağa Karşı Dayanış­ma Yürüyüşü” İstanbul Yoğurtçu Parkı’nda yapıldı. Yürüyüşe 2500 kadın katıldı. Aile içi şiddet gündeme geti­rildi. Olay, Çorum’da üç çocuklu bir annenin şiddet gördüğü gerekçesiyle: boşanmak için mahkemeye başvur­masından, hakimin halk; arasında kullanılan “kadının sırımdan sopası, karnından sıpası eksik olmamalı” atasözünü ileri sürerek talebi reddetmesinden çıkmıştı.
25 Haziran 1987’de işte, sokakta, ailede kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığı ortadan kaldırmayı amaçla­yan, bu konuda öncelikle yasa deği­şikliği öneren “Ayrımcılığa Karşı Ka­dın Derneği” kuruldu. 1990 yılında dernek kendini feshederek, varlığını Mor Çatı Sığmağı Vakfına devretti.
8 Mart etkinliği içinde 8-12 Mart 1968’de İstanbul’da, “Geçici Modem Kadın Müzesi” oluşturuldu. Eski çağ, yeni çağ, yakın çağ ve hep aynı çağ, çağlar boyu kadınların ev işinde hiçbir şey değişmedi” temasını taşı­yan müzede, bir ev kadınının heykeli gerçek malzemelerden oluşturuldu. Cımbız, tampon, çamaşır ipliği, sut­yen, doğum kontrol araçları, biberon, beşik, leğende ıslak bezler, tencereler, deterjanlar gibi kadınların kullandığı çeşitli araçlar sergilendi.
11-12 Şubat 1989’da Ankara’da kendilerini Perşembe grubu olarak adlandıran radikal kadınların düzen­lediği “Feminist Haftasonu” toplantı­sına Ankara, İstanbul ve Adana’dan feministler katıldı. Kongre sonunda “Kadınların Kurtuluş Bildirgesi” ya­yınlandı. Bu toplantı sonunda sosya­list ve feminist kadınlar aynalılar.
1988’de kendini sosyalist feminist olarak tanımlayan Kaktüs dergisi ya­yın hayatına girdi.
1989’da İstanbul’da 1. Kadın Ku­rultayı yapıldı. Aynı yıl kadınlara ya­pılan sarkıntılığa dikkat çekmek için ”Cinsel Tacize Hayır” başlıklı “Mor İğne Kampanyası” gerçekleştirildi. Kamuya açık yerlerde kadınlara ucu mor toplu çuvaldız dağıtıldı.
1990’da, 1930’larda İtalya’dan alınmış Ceza Yasası’nın 438. maddesinin değiştirilmesi için karşı yürüyüş ve çeşidi protesto eylemleri yapıldı. Çeşitli mesleklere mensup kadınlar, ge­nelevlerin bulunduğu sokağa gide­rek, yakalarına “ben fahişeyim” yazılarını iliştirdiler, “Faziletli kadın sertifikası” dağıttılar. 438. Madde fahişelerin ırzına geçilmesi halinde sanığın cezasında 1/3 indirimi öngörüyordu. Maddenin eşitliğe aykırı olduğu ge­rekçesiyle Anayasa Mahkemesine ip­tali için başvuruldu. Madde Anayasa Mahkemesi tarafından değil. Meclis tarafından iptal edildi.
Bu arada mesleki, yardım ve kültür amaçlı, kendilerini Feminist olarak tanımlamayan kadın deneklerinin sa­yısı da giderek arttı: Çağdaş Kadın Derneği, Demokratik Kadın Demeği, Çağdaş Yaşamı Destekleme Demeği, Kadın Haklarını Araştırma ve Geliş­tirme Demeği, Emekçi Kadınlar Der­neği, Kadın işgücünü Destekleme Derneği, Ankara iş Kadınları Derneği.
1980’lerin başında dışarıdaki popü­ler feminist akımlar, medyanın besle­diği Kadınca, Elele gibi kadın dergilerinde yansıdı. Şehirli, orta sınıf, çalı­şan kadının o kesimdeki erkekleri de çekebilmek için kadın cinselliği üze­rinde konuşulmaya başlandı. Kadın­lara kendine güven vermeye çalışıldı. Okuyucularla karşılıklı ilişki kuruldu. Bu temalara işleyen Duygu Asena’nın Kadının Adı Yok adlı kitabı 25 baskı yaptı. Yine bu doğrultuda, kadın film­leri çekildi. Özellikle Atıf Yılmaz filmleri kadınların ve toplumun sor­gulandığı Filmler olarak dikkat çekti.
Bu dönemde edebiyat da farklı bir boyut sergiledi. Leyla Erini, Sevgi Mektupları’ndan kadın ve erkek kimliklerindeki farklılığı konu olarak al­dı. Kimlik sorunlarını işledi. Kadın sorunları Aysel Özakın’ın Gençkız ve Ölüm, Alanında Mavi Kuşlar, Adalet Ağaoğlu’nun Hayır, Pınar Kür’ün Ası­lacak Kadın adlı kitaplarında alabildi­ğine ele alındı.
Sosyal bilimlerde kadın çalışmala­rına ağırlık verilmeye başlandı. Sos­yal psikolojistler aile kurumuna yö­neldiler. Kadınların statüsünü anla­mada cinsiyet rollerine dikkat çekti­ler. Kimlik kavramı ve cinsiyet rolleri arasındaki ilişki incelendi.
1990-1995: Kurumsallaşan Kadın Hareketi
1990’larda Türkiye’de yüzyıllık bir geçmişe sahip olan kadın kurtuluş hareketi artık bağımsız, muhalif bir hareket olarak toplum içindeki yerini almıştır 80’lerdeki eylemlilik döne­minden sonra durgunluk görüldü. Feminizm yaygınlaştı, ancak eylemci yönü yitirildi. Ancak kadın hareketi­nin sadece eylem düzeyinde olması beklenmemeli, hareket, içten içe gelişen, zaman zaman koşullara ve orta­ma göre farklı protesto biçimleriyle kendini gösteren bir potansiyele sahiptir. 90'ların basından itibaren ka­dın hareketi çok daha geniş bir alana yayılmıştır. Gerçi bu yayılma hareke­lin muhalif yanını bir ölçüde törpülemiştir. Ancak getirdiği kazanımların önemi de yadsınamaz.
Bu kazananlardan birisi de kadın hareketinde kurumsallaşmadır. 1990'da İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma Merkezi, 1992de Marmara Üniversitesi Kadın işgücü ve istihdamı Araştırma Merkezi ve Ankara Üniversitesi Kadın Soranları Araştırma Merkezi, 1993’te ODTÜ Kadın Araştırmaları Merkezi açıldı.
1990'da Kadın Eserleri Kütüpha­nesi kuruldu. Kadın konusunda her tür yazalı ve görsel malzeme toplan­maya başlandı. Kütüphanede sadece kitap değil, gazele ve makale arşivi de oluşturuldu.
Şiddet gören kadınların sığınabile­cekleri bir yer oluşturmak için 1990’da İstanbul'da Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı kuruldu. Vakfa başvu­ran kadınlara hukuksal ve psikolojik danışmanlık hizmetleri verildi. Kadın sığınağı ise 1995'te açıldı.
Ankara'da 1991’de açılan Altındağ Kadın Dayanışma Merkezi 1993 yılı­na kadar 500 kadına hizmet verdi. Merkezin Kadın Dayanışma Vakfı'na 1993 yılında dönüşmesinden hemen sonra Ankara Vakıf. Altındağ'da Ka­dın Sığınma Evi’ni açtı. Belediyenin bina ve alt yapıyı üstlendiği Kadın Sı­ğınma Evi’nden 11 ayda 60'ı aşkın kadın yararlandı. Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu çeşitli iller­de aile içi şiddete uğrayan kadınlara hizmet vermek amacıyla Kadın Misa­firhaneleri açtı. 1990 yılından itiba­ren belediyeler de Bakırköy Şişli, İz­mir. Kayseri ve Nazilli’de kadın sığı­nakları açtılar. Ancak özellikle 1994 yerel seçimlerinde İslamcı görüşü politika yapan Refah Partisi belediyele­rinin iş başına gelmesiyle bu sığınak­lar kapatıldı, ya da kapatılmaya çalı­şılıyor
Hükümet düzeyinde ilk kez oluş­turulan Kadının Statüsü ve Sorunlar Genel Müdürlüğü, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na bağlı olarak 28 Ekim. 1990’da kuruldu. Bu kurumda kadınların konumunu düzeltmek için somut adımlar da açılmıştır. Örneğin, 1926 yılında İsviçre Medeni Kanunu’ndan alınan ancak o tarihten bu­güne değiştirilmeyen, kadınların aley­hine olan maddelerin değiştirilmesi için bir kanun taslağı hazırlanmıştır.
Bu konuda ilk çalışmalar 1993 Şubatında kadınların yürüttükleri kam­panya sonucunda toplanan 100.000 imzanın Meclis Başkanına sunulma­sıyla gerçekleşmişti. Medeni Kanun’da yer alan kadının çalışmasını kocanın iznine bağlayan 159. Madde Anayasa Mahkemesi tarafından eşitlik hükmüne aykırı bulunarak kaldı­rıldı. (Karar Temmuz 1992’de yürür­lüğe girdi.) Kadın Sığınma Evleri’nin açılması için somut adımlar atıldı.
90’larda 8 Mart kutlamaları kapalı alanların dışına da taştı: 1990, 8 Mart’ında elde mum ve çiçeklerle Ka­dıköy iskelesinden Moda’ya gece yü­rüyüşü yapıldı. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesinde 1991’de öğ­renci şenliği düzenlendi. 1992’de Bağlarbaşı yürüyüşü gerçekleşti. 1993’te Beyoğlu’nda yapılan yürüyüş­te bu kez savaşlarda kadınlara teca­vüz edilmesi olayına dikkat çekildi: “Penis ruhsatsız silah”tır dendi.
Bu arada kadınları ilgilendiren çeşitli konularda harekete de geçildi. 2 Ekim 1990 yılında 30 kadın boşanmak için mahkemeye başvurdu. Eylem, Müslüman Türk aile yapısını güçlendirmek için devlet düzeyinde yapılan çalışmalara tepki vermek için­di. Kamuoyunda oldukça ilgi uyandı­ran eylemde ancak 6. çift bu gerekçe ile hakimden boyanma karan alabildi. Aynı yıl aileden sorumlu Devlet Bakanı Cemil Çiçek’in “feminizm sapıklık­tır” ve ”flört eden fahişedir” ifadeleri İstanbul’da kadınların düdük çalarak tepki vermelerine yol açtı.
Bu dönemin önemli özelliklerinden biri de şehirlerde önemli miktar­da kadın kitlesinin Refah Partisi ya da İslamcı ideoloji altında birlenip, aktif politikaya girmeleri bu alanda kendilerine kimlik oluşturma çabala­rıdır. Kadın ve Aile ve izlenim gibi İs­lamcı dergiler çıkarılmıştır. Refah Partisi Hanımlar Kolu, Hanımlarımız İlim ve Kültür Vakfı gibi; örgütler kurulmuştur. Ancak kadınlar yönetim ve karar mekanizmalarında yer ala­mamışlardır.
1991’den itibaren gazetelerde femi­nist kadın sayfalanma yer verilmeye başlandı: ilkhaber, Fiesta, Express, Me­lodi. Genel dağıtımı verilmeyen Eksik Etek, Martı, Emekçi Kadınlar Bülteni, Özgür Kadın, Çağdaş Ana, Dola­şan Mavi Çorap gibi çoğunluğu femi­nist dergiler yayınlandı. 1995 Nisanında Pazartesi dergisi aylık olarak yayınlanmaya başladı.
Ayrıca çeşitli kurumlar tarafından kadına ilişkin periyodik yayınlar çı­karıldı. İstanbul Üniversitesi Kadın Sorunları Araştırma Merkezi 1993 yılından itibaren yılda bir kez Kadın Araştırmaları Dergisi’ni bu alanda ilk yayın olarak çıkarmakladır. Kadın Sorunları Statüsü Genel Müdürlüğü ve Kadın Eserleri Kütüphanesi Kadın Bültenleri yayınlamakladır.

90’lı yıllarda kadın çalışmaları Türkiye’de artış gösterdi. Bunda ka­dınların kendi sorunlarını çözmedeki kararlılıkları etken olduğu gibi, son yıllarda ırkçılığın dünyada giderek artması ve ırkçılıkla cinsiyetçilik ara­sındaki ilişkinin anlaşılması da rol oynamıştır. Bu dönemde üniversite dışındaki vakıflar, dernekler, sendika­lar, meslek odaları, merkezi ve yerel yönetimler de kadınlara yönelik çe­şitli projeler sürdüler. Örneğin Dün­ya Bankası ve Türk Hükümeti “istih­dam ve Eğitim” başlıklı 5 yıl sureli bir proje başlatmıştır. Bu projenin "Kadın, istihdamının Geliştirilmesi" bölümünün genel koordinatörü olan iş ve işçi Bulma Kurumu ile Kadının Statüsü Sorunları Genel Müdürlüğü arasında bir protokol imzalanmıştır. Devlet istatistik Enstitüsü'nde Top­lumsal Yapı ve Kadın İstatistikleri Şu­besi kurulmuş, önemli bir boşluğu doldurmaya, kadın istatistikleri oluş­turulmaya başlanmıştır. Tüm bu ça­lışmalarda amaç kadının durumunu anlamak, kadının bir cinsiyet grubu olarak maruz kaldığı sorunları göz önüne sermek ve konumunu düzel­tecek politikalar üretmektir.
Sonuç olarak artık kadınların araş­tırma yapmak istediklerinde gidebi­lecekleri Kadın kütüphaneleri, uzmanlaşmak istediklerinde girebile­cekleri üniversiteler bünyesindeki kadın araştırma merkezleri, şiddetle karşılaştıklarında sığınabilecekleri sığınma evleri, gündem oluşturmada kullandıkları siyasi parti komisyon­ları, vakıflar ve çeşitli platformlar mevcut.
TÜRKİYE’ DE FEMİNİZİMİN GELİŞİMİ
Türkiye’ de yeniden gelişen feminist hareket, kadınların problemlerini aşarak; global düzeyde bilim, devlet, patriyarki, erkeklik, kadınlık, kadın yazını, aile vb. kavramlara da yöneldi ve bu kavramların projektöründen Türkiye’ de bir ‘alternatif ’ söylem geliştirdi. Farklılığı, alternatifliği ve globalliği özelliklerinden hareketle bu hareketi ‘sivil feminizm’ olarak nitelendiriyoruz. Alternatif söylemleri, eylemleri, kurumları, etki alanları ve yakınlarıyla ortaya çıkardıkları sivil bir feminist oluşumun teşekkülü bu bölümde detaylı biçimde işlenecektir.
12 Eylül 1980 Askeri Müdahalesi’nin demokrasiyi initikaya uğrattığı 1980-1983 yılları arasında Türkiye’de demokratik ve sivil toplum hareketi olarak ortaya çıkan feminizm, bu dönemde kadınları yeni bir oluşumun heyecanıyla başbaşa bırakmıştır. Askeri darbenin hemen ardından spontane biçimde ortaya çıkan feminizm kısa zamanda bünyesinde çok sayıda yazar, şair, sanatçı, gazeteci ve akademisyen kadın bir araya getirdi. Başlangıçta feminizmin çekirdek kadrosunu genellikle Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerde yaşayan ve iyi bir mesleği olan kadınlar oluşturdu. Ancak kısa zamanda özellikle üniversite öğrencileri başta olmak üzere çok geniş bir kesim arasında yaygınlık gösterdi.

Feminizmin Türkiye’deki gelişimi, Şirin Tekeli’nin de ifade ettiği gibi dört aşamadan geçmiştir. ‘Gizli hazırlık’ dönemi, ‘uyanış’ dönemi, ‘meşruluk arayışı’ dönemi ve ‘bir harekete dönüşme’ dönemi. Gizil hazırlık dönemi 1970’lere kadar götürmek mümkündür.1970’lerde Türkçe’ye kazandırılan simone de Beauboir, Kate Millet ve Shulamit Firestone gibi ileri gelen feminist yazarların eserleri bu yönde oluşumun çekirdeğini oluşmuştu. Çeviri eserlerin yanısıra yerli çalışmalar da bu dönemde bu oluşuma katkıda bulundu. Böyle bir katkı sağlayan yerli çalışmaların başında Tekeli’nin akademik çalışmalarıyla Nermin A. Unat tarafından 1979 yılında derlenen Türkiye’de Kadın adlı eser gelmektedir. Tekeli’nin 1977 yılında Toplum ve Bilim adlı dergide çıkan ‘Siyasal İktidar Karşısında Kadın’ adlı uzun makalesiyle, akademik çalışması olan Kadın ve Toplumsal Siyasal hayat adlı eseri marxist bir çerçevede yazılmış olmasına rağmen feminist bir bakış açısına sahiptirler.
Gizli hazırlık döneminde feminist oluşuma katkıda bulunan faktörlerden biri de 1970’li yılların ortalarından ibaren sol kesimin kadın konusundaki ağırlığı oldu. Sol hareket içinde yer alan kadınlar gerçekte 1975 ile 1980 yılları arasında çok geniş bir kadın kitlesini harekete geçirmişti. BM’ in 1975 yılını ‘Kadın Yılı’ , 1975-1985 arası on yılı da ‘Kadın On Yılı’ olarak ilan edilmesiyle Türkiye İşçi Partisi harekete geçmiş ve onbinlerce kadını sokak gösterilerine yönelterek kadınlar arasında destek toplamaya çalışmıştı. Niketim 1980 sonrasında gelişen feminist hareketin çekirdek kadrosu, çoğunlukla 1970’li yıllarda solda yer alan kadınlardan oluşuyordu.
1970’li yıllarda feminist oluşuma zemin hazırlayan bir diğer faktör ise 1978 yılından itibaren kendini tamamen kadın konusuna adamış olan kadınca dergisinin yayınlanması oluşmuştur. Kadın konusunda bugün sayıları yüze yaklaşan dergilerin ilk örneğini oluşturan Kadınca ilk yıllarda çelişkili bir kimlik taşır. Bir yandan oya, dantel, kanaviçe, yemek, pasta vs, gibi ev işleri tarifeleriyle kadın ev kadını olma yönünde eğitilirken, bir yandan da kadınların geleneksel tabulara karşı çıkmalarını salık veriyordu. Kadınca, meslek hayatına özel bir anlam atfederek, mesleği yayınlandığı ilk tarihten itibaren kadınların varolma kimliği ile özdeş tuttu.Bununla beraber kadınlara yüklenen geleneksel değerlere karşı savaş açtı. 1980’den önce bekaret konusuyla kürtaj yasağına karşı savaş açarak bu konularda geleneksel tutuma eleştiri yağdırdı.
1970’lerde, Türkiye’de feminist düşünceler mevcut olmakla berabere, gerçekte feminizm gibi bir sosyal hareketin ortaya çıkışına elverişli bir ortam henüz yoktu. Tekeli’ ye göre bu dönemde feminizmin gelişini engelleyen çok sayıda yapısal ve ideolojik engeller mevcuttu. İlk yapısal engel, Tekeliye göre, kapitalizmin Türkiye’de az gelişmişliği idi. Kapitalizmin tam gelişmeyişi kadınların istihdamına yeterli olanak sağlayamamanın yanında ailenin biricik ekonomik birim olarak yaşamını sürdürmesini sağlıyor. Tekeliye göre feminizmin Türkiye’deki geniş aile tipinin aksine,çekirdek aile biçiminin yaygın olduğu toplumlarda ortaya çıkıyor.Feminizmin 1970’li yıllarda gelişimini engelleyen üç ideolojik engel ise Tekeli’ye göre Kemalizm, İslam ve Türk solu olmuştur. Kısaca, 1970’li yıllar feminizmin sosyal ve siyasal bir forma dönüşmesi için önemli bir gizil dönemdir,ancak 1970’li yılların konjonktürü böylesi bir oluşuma elverişli değildi.
1980’li yılların başı feminist oluşum için bir dönüm noktası oluşturmuştur. Feminizmin ikinci evresi olan uyanış dönemi de bu yıllarda gerçekleşmiştir. 12 Eylül Harekatı’la birlikte devletle toplum arasındaki tüm kurumlar ortadan kaldırılmıştı.Siyasal partiler, sendikalar, gönüllü kuruluşlar, dernekler, vb. köprü niteliğindeki kurumların tümünün faaliyetlerine son verilmişti. Bütün bu bağların yokluğu kadınların yeni bir siyasal arayışına yöneltti.Bunun ilk adımı olarak 1981 yılında YAZKO çatısı altında kadın konusuyla ilgili bir sempozyum düzenledi. Alışılmadık bir ilgi üzerine aynı grup hemen bir yenisini daha düzenleme gereği hissetti. Bu sempozyum ortakamacı kadının mevcut koşullar altındaki eşitsiz durumun sorgulamasını yapmaktı. Kadının değişik alanlarındaki durumuyla ilgili analizlerin ortak tespiti bu yönde oluşmaktaydı. Bu sempozyumlar 1970’li yılların hareketliliğini yaşayıp, askeri müdahaleyle boşlukta boşlukta kalan kadınların arayışının bir ifadesiydi. Bununla beraber 1980’li yılların başındaki de-politazasyonun farklı boyuttaki politizasyonun cephelerinden birini oluşturacaktı.
19802li yılları feministler açısından avantajlı kılan yeterli sosyolojik gelişmenin kaydedildiğini görüyoruz. Bunların başında 1980’li yıllarda olgun şeklini bulan şehirleşmenin geldiğini söylemek mümkündür. Pehirleşme sosyolojik açıdan mesleki farklılaşma, nüfus yoğunlaşması ve heterojen bir nüfus farklılık ekseninde yeni bir kimliğe yönelme şansı daha da fazladır. Türkiye’de şehirleşme, çoğunlukla farklı eğilimlere sahip insanların bir araya getirerek onları belli bir yönde haklar talep eymeye yöneltmiştir. Özellikle ‘hak’ konusunun mücadelesinin sembolü haline liberal feminizmin Türkiye’deki doğuşu bu çerçeve olmuştur.Aynı zamanda iletişim ve eğitim imkanların artması panelinde insanların özel hak arama eğilimini daha da arttırmıştır. Buna ilaveten ,1980’li yıllarda 24 Ocak Kararları’la beraber ekonomik alanda yeni bir açılım yapan Türkiye, kadınlar için farklı mesleklerde mesleklerde istihdam olanakları yarattı. ‘Meslek’ kavramı 1980’ler Türkiye’sinde ön plana çıkmış ve insanların kimliğiyle özdeşleşmiştir. 1970’li Türkiye’sinde ideolojik kaplaşmalar içinde kimlik arayan kadınlar bu kez meslekleriyle kimlik edinmeye kuşak Cumhuriyet kadınlarının yaşadığı ‘hizmet’ veya 1950’den sonraki kadınların gördükleri ‘yaşama aracı’ değil, bir kimlik edinme, var olma, ayrışma aracı haline geldi.
Feminist gelişimin uyanış aşaması 1970’lerin sol hareketi içinde yer alan kadınların bulundukları yeri sorgulamalarıyla gelişti. Askeri hareketle beraber solda durgunluk başlayınca sol içinde bulunan bazı kadınlar da farklı arayışlara girdiler. Bu sırada Batı’daki feminist yazarlarla tanışmış ve onlardan çok sayıda eser tercüme etmişlerdi. Bu eserlerin ışında bağlı bulundukları marxist kimliği sorgulayarak yeni bir kimliğe yöneldiler. İlk feminist oluşumun çekirdeğini oluşturan Tekeli bu dönüşü şöyle ifade ediyor.
Böylece bu dönemde, eskisiyle ve çoğumuzun benimsediği marxim’ le sancılı bir hesaplaşma deneyimi yaşayarak ve herşeyden önemlisi, kendi günlük yaşam deneyimlerimizi enine boyuna irdeleyerek, Türkiye’de patriyarka, cinsiyetçilik, erkek egemen toplum kavramlarının geçerliliğini sapladık ve yavaş yavaş feminist olduk.
FEMİNST EYLEMLER
Feminist gruplar 1986 yılından itibaren kendilerini kamuoyuna tanıtan ortak eylemlere yöneldiler. Söylemleri düzeyinde farklılaşan feminist gruplar kamusal alandaki eylemlere nasıl düzlemde iştirak ettiler. İlk feminist eylem, imza kampanyası başladı. 1986 yılında feminist kadınlar, Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığa Karşı Uluslar arası Sözleşme’nin Türkiye’de yürürlüğe girmesi için geniş bir imza kampanyası başlattılar. İstanbul ve Ankara’dan iki bin civarında kadın cumhurbaşkanına, hükümeti ikna etmesi için telefon veya başka yollarla müracaat etti. Arallarında sanatçılar, milletvekilleri, öğretim üyeleri, meslek kadınları ve ev kadınlarının bulunduğu 7000 imzalı dilekçe Büyük Millet Meclisi Bakanlığı’na sunularak Meclis’in bu konuda karar alması talep edildi. Bu kampanyadan sonra bir araya gelen feminist kadınlar konuyla ilgili yasayı devreye sokmak için İstanbul’da Ayrımcılığa Karşı Kadın Derneği’ni kurdular. Bu dernek aracılığıyla hem konuyu takip ettiler, hem de kadınlara karşı ayrımcı nitelik taşıyan yasaları, yönetmelikleri ve uygulamaları, araştırarak gün yüzüne çıkarmaya çalıştılar. Feministlerin eylemlerinden sonra Türkiye, kadınlara karşı ayrımcılığı ortadan kaldırmayı amaçlayan uluslararası sözleşmeyi 1987 yılında imzalamıştır. Türk Hukuk sistemine göre hükümetçe kabul edilerek imzalanan uluslar arası sözleşmeler yasa niteliğinde olup hükümeti bağlamaktadır.
Feminist kadınların sokaklara dökülmesi Çankırı’da bir yargıcın “kadının sırtından sopayı karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” şeklindeki deyimi kullanmasıyla başladı. Yargıcın bu sözünü başlangıç noktası yapan feminist gruplar “Kadınlar Dayağa Karşı Dayanışma” mitingi düzenleyerek kadının aile içi ve aile dışında maruz kaldığı şiddeti kınadılar. 17 Mayıs 1987 tarihinde “yazılı pankartları yakıp, “Hayır Önce Kadınım” yazılı pankartları taşıyarak yürüyüş yaptılar. “Kadınlar Vardır” şarkısı eşliğinde yürüyen kadınlar yanlarına travesti ve transseksüeller de alırken kendilerini desteklemek isteyen erkekleri son saflara yerleştirdiler. Bu mitingi anlatan bir yazar bu kadınlar “hiç de Halide Edip’e benzemiyorlardı” diyerek hakikaten Türkiye’de kadınlar cephesinde belki de ilk defa kendi kendileri için varolama mücadelesine girişen kadınların farklılığına dikkat çekiyordu.
Bu miting feminist kadınlar arasında büyük bir coşku ve heyecan yarattı. Onlara göre bu miting kadınlar Türk tarihinde ilk defa kendileri için bağırıyor, bir şeyler istiyor ve bir şeyler yapıyordu. Öyle ya Kurtuluş Savaşı sıralarında da kadınlar sokaklara dökülmüş, cepheye koşmuştu. 1970’li yıllarda sol kesim içinde kadınlar sokaklara dökülerek “faşizme karşı” gösteriler yapmış, yürüyüşlere katılmışlardı. Ancak iki kesim kadınları da kendileri için değil, başları için, diğer bir deyişle, bir kadın oluşumu için kendilerini aşan oluşumlar için çırpınmışlardı. Feministlere göre kadınlara karşı şiddet, tehdit ve dayak kadını kamusal alanda soyutlama ev işliğine mahkum etme amacı gütmektedir. Kadın üzerindeki bu baskı unsurları kaldırmakla kamusal alana girmekten başka bir amaç taşımıyorlar. O nedenle bu mitinge, kadınların kendilerini kamusal alana kabul ettirme mücadelesi olarak bakmak lazım.
Bu yürüyüşün bir uzantısı olarak feministler Ekim 1987 tarihinde İstanbul Kariye Müzesi bahçesinde bir şenlik düzenleyerek burada çok sayıda yazar, anaçtı ve değişik mesleklerden kadınları bir araya getirmiş ve kadın sorununu değişik boyutlarda tartışmaya açmışlardı. Kadınlara ait bir takım ürünlerin de sergilendiği bu toplantıda ayrıca geçici bir kadın müzesinin kurulması kararlaştırıldı ve birkaç gün sonra kadınlara ait ürünler böyle bir açık hava müzesinde sergilenerek satışa çıkarıldı. Sergiden elde edilen gelirle Bağır Herkes Duysun isimli bir kitap yayınlandı. Kitap aile yaşamında şiddete ve dayağa maruz kalan kadınların anlatımları ve bu eylemlerin sebep ve sonuçlarını ayrıntılarıyla değerlendiriyor. Dayak konusu erkeklerin niteliğinden, eğitimli ve eğitimsiz oluşlarından çok erkeğin aile içindeki patriyarkal rolüne bağlanıyor. Kadının baba, kardeş ve koca gibi erkeklerin dayağına maruz kalması patriyarkal ideolojinin bir ürünü olarak kabul ediliyor. Bununla beraber kitapta dayağın hukuksal boyutu incelenerek kadınlara bu konuda önerilerde bulunuluyor.
Dayağa karşı yürütülen kampanyanın bir parçası olarak Ankara’lı feminist gruplar da sokak faaliyetlerine başladılar. İlk başlangıcı Mayıs 1987 tarihinde Altındağ Belediyesi önünde pankart açıp rozetler dağıtarak “Anneler Günü”nü protesto etmek suretiyle yaptılar. Yoldan geçenlere “Anneleri Dövmeyin” yazılı rozetler takarak anne olarak kutlanan kadınların aslında karı olarak bir başka erkeğin şiddetine maruz kaldığı temasını işlediler. Eylemleri basında geniş yankı yapan feminist gruplar Haziran 1987 tarihinde Ankara’da “Çevre Duyarlılığını Yayma Grubunun örgütlediği Güven Parkı kurtarma kampanyasına katılarak onları desteklediler. Ankara Belediyesi’nin parkı çok katlı otopark yapma planı protesto edildi. Kadınların bu kampanyaya destek vermeleri, kentin kadınlar için yaşanabilir, çevresiyle kadının yaşamını kolaylaştırır bir niteliğe bürünmesi amacını taşıyordu. Bu eylemden sonra bu kadınlar Ankara Kadın Dayanışma Grubu adı altında faaliyetlerini örgütlü biçimde sürdürdüler. 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü, düzenli biçimde kutlayarak kadınlar arasında yaygınlaştırmaya çalıştılar.
Bu faaliyetin bir parçası olarak Ankara Kadın Dayanışma Grubu tarafından 8 Mart 1988’de Dünya Kadınlar Günü yaklaşık 2000 civarında kişinin katıldığı bir toplantıyı Tür-Ser salonunda kutlandı. Kutlama, tiyatro gösterisinden, pana asımına ve renkli, çok katlıımlı, gruplar bazında yapılan tartışmalara kadar çok farklı etkinlikler içeriyordu. Fatmagül Berktay yaptığı açılış konuşmasında şöyle diyordu. “Gelecek kadındır, çünkü ekmekle birlikte gül isteyen, en fazla kadındır” Toplantıya katılan tüm kadınlar hep bir ağızdan bir koro halinde şu feminist marşı söylüyorlardı:
Suskunduk ve bekledik
Yaşandı seyrettik
Sonunda yeter dedik
Bir daha susmayacağız!
Müzisyen, sanatçı, akademisyen, politikacı gibi değişik kesimden kadınların katıldığı toplantı halaylar şenliği eşliğinde bu marşla sonuçlandı. Aslında bu marş çok canlı bir biçimde haykıran bir kesim kadının, bir sosyal bilincin orta söylemi ve ifadesini oluşturuyordu. Kadın-erkek arasındaki ilişkinin ezme-ezilme ilişkisi olduğu yorumundan hareketle bu marştaki dinamizmle adeta tarihin koridorlarına bir perde konarak tarih aralanmak isteniyor. Tarihin yeni kesitinde kadınlardan oluşan “gül” ile bütünleşen bir inceliğin, bir nezaketin oluşumu söz konusu. Bu kesit erkeğin savaş, kavga, üstünlük, egemenlik, gibi gayri insani etmenlerle kirlettiği tarihin bu yüzünü kapatmaya, barış sevgi ve gül ile sembolize edilen yüzünü açmaya namzet görüyor.
Bir başka Ankara’lı feminist grup, kadın kahvesi olarak açtıkları bir yerde düzenli biçimde buluşuyor ve kadın konusunu değişik boyutlarla tartışıyorlardı. Kahve, kadınların bir araya geldi, sohbet ettiği ve kolektif bir kimlik geliştirdiği bir mekan haline gelmişti. Bu kadınlar da erkeklerin kamusal alanda sahip olmak istedikleri kurumları sahiplenmeye yelteniyorlardı. Pubat 1989 tarihinde bir araya gelen iki Ankara’lı feminist grup yeni bir toplantı düzenledi. Ankara Kadın Danışmanı Grubu ile Perşembe Grubu başka illerden de bazı kadınları yanlarına alarak “Feminist Hafta Sonu” bağlamında bir toplantı düzenleyerek kadın sorununu enine boyuna tartışıp toplantıda alınan karar gereği ortak bildirge yayınladılar. “Kadınların Kurtuluşu Bildirgesi” olarak isimlendirdikleri bildirgeler feminit kadınlar olarak tavırlarını, taleplerini ve stratejilerini kesin bir biçimde dile getirdiler. Uzun pasajlardan oluşan bildirgelerin bir kısının şu hususlar vurgulanıyor.
Aslında bu alıntı tek başına feminist kadınların politikalarının ip uçlarını vermeye yetiyor. Burada çok bütüncül bir argüman, bir analiz biçimiyle karşı karşıyayız. Marxist çerçevede formüle edilen üst yapısal kurumların patriarkal ideoloji içinde gelişerek kadın aleyhine işlediği şeklinde determinist bir mantık geliştirilmiştir. Aile, hukuk, sağlık, eğitim, bilim ve güvenlik kurumları devletin himayesindeki kurumlar olarak algılanırken devlet de patriarkal ideolojinin en üst, en gelişmiş kurumu olarak telakki ediliyor. Böyle olunca kadınların hiçbir zaman devlet ve onun kurumlarıyla bağdaşık olamayacağını anlıyoruz. Bunun yanı sıra tıp, sanat, kitle iletişim araçları, din ve bilimsel disiplinlerin kadınla ilgili yorumunun yerine kadınların kendi bedenlerinin referans noktası alındığı bir gelecek tasarlanmaktadır. Bu gelecek içinde başkaları için var olan kadın kimliğine yer olmadığı gibi kadını kuşatan cumhuriyet, Kemalizm, sosyalizm, milliyetçilik, İslam vb. sistemli öğretilerden arınan bir tarihsel obje, bir varoluş öznesinin formülasyonu söz konusu.
1980 sonrası Türkiye’sinde feministlerin yaptıkları çıkış sol kesimi çok rahatsız etmişti. Sol kesime göre soldan ayrılıp feminizmi ortaya atan kadınlar sol güçleri bölmeye hizmet ediyorlardı. Feminist kadınlar kendileri hakkında bu düşünceyi besleyen solcu kadınlarla ilk kez bir kongrede karşı karşıya geldiler. 19-21 Mayıs 1989 tarihleri arasında İstanbul’da geniş katılımlı ve değişik kesimlerden kadınları içeren “1. Feminist Kadın Kurultayı” düzenlendi. Ancak bu kurultay solcu kadınlarla feminist kadınların karşı karşıya geldiği bir kurultay oldu. Feminist kadınlar “kadın erkek elele, özgür günlere” şeklinde slogan atıyorlardı. Feminist kadınlar sonuçta “bugün kadın hareketinde sözeden her kadın bu iki slogan arasında tercih yapmak zorunda; eğer varolmak istiyorsak, erkeklerin elini bırakıp, kedimiz için, kendi başımıza örgütlenmemiz gerek” diyerek kongreyi terk ettiler. Feminist kadınlar “kadınlar vardır” sloganıyla bir var oluşu, farklı bir oluşumu vurgularken solcu kadınlar kadın sorununu proletaryanın bir bütün olarak yaşadığı bir sorun olarak yorumluyor; ve ancak kadın erkek ortak mücadelesine dayalı olarak kapitalizmin aşılmasıyla problemlerin çözüleceğini vurguluyorlardı.
Feministler solcu kesimle karşı karşıya gelmelerine rağmen devlet –sol ayrımında sol kesimin bazı hareketlerine destek veriyorlar. Feministlerin “Siyah Protesto” olarak isimlendirdikleri eylemleri bu açıdan anlamlıdır. Hükümet tarafından cezaevi mahkumlarıyla ilgili 1 Ağustos 1989 tarihinde yayınlanan bir genelgeyi protesto etmek için bir araya gelen kadın grupları 12 Ağustos günü “Siyah Gün” ilan ederek bu günde tüm kadınları siyah giyerek cezaevi mahkumlarının tek tip kıyafetlerin protesto etmeye çağırdılar. Eylemlerini basına verdikleri ilanlarla da duyuran feministler 11 Ağustos günü üzerlerindeki siyah giysilerle Cağaloğlu Meydanına kadar bir yürüyüş yapılmış ve burada oturma eylemi yaparak yolu trafiğe kapatmışlardır. Bu genelgeyi kadınların da muhatap oldukları basının bir uzantısı olarak gördükleri için protesto ettiklerini söyleyen feminist gruplar bu günle ilgili bir de bildiri yayınladılar. Eylemde yer alan bir feminist kadın “biz Siyah Protestoyu devet şiddeti konusunda kendimizi taraf hissettiğimiz için, baka muhalefet gruplarıyla zaman zaman ittifak içine girmemiz, dayanışmamız gerektiğini düşündüğümüz için gerçekleştirdik” diyerek konumlarını diğer grupların yanında devlet karşısında muhalefet olarak açıkça ortaya koyuyor. Feministler devletin bu tür uygulamalarına karış protesto niteliğindeki eylemleri zaman zaman bu yöndeki düşünceleriyle tutarlı bir biçimde desteklediler. Tam da bu sırada üniversitelerde türban yasağına karşı süren oturma eylemlerini bir kısım feminist kadın, kadın davasının bir parçası olarak gördüğü için desteklemişlerdi. Siyah Protesto feministlerin hem sol gruplarla hem göbek bağını hem de onların bir sivil toplum unsuru olarak toplumsal muhalefet içindeki yerlerini göstermek açısından son derece önemli bir eylemdir.
Feminist grupların kamusal alana açılma yönünde önemli sayılan bir eylemi 1989 yılında Türkiye çapında yaygın bir zeminde gerçekleştirdi. Feminist gruplar Ankara’da gerçekleştirdikleri 1. Feminist Hafta Sonu’dan sonra kadının kamusal alanda maruz kaldığı cinsel tacizi protesto etmek için Ekim ayında Ankara’da “Bedenimiz Bizimdir” isimli bir kampanya başlattılar. Feministçe sloganların yazılı olduğu rozetler Ankara’nın değişik yerlerinde dağıtıldı ve paralel seminer gibi faaliyetlerle kampanya yaygınlaştırıldı. Bu kampanya kısa bir süre içinde İstanbul’a kaydırıldı ve değişik kesimlerden kadınların katıldığı geniş bir kampanya olarak 2 Kasım 1989 tarihinden itibaren “Bedenimiz Bizimdir, Cinsel Tacize Hayır” adlı bir kampanya olarak yürütüldü.
Feminist gruplar kadınların kamusal alanda maruz kaldıkları cinsel tacizi kadınların bu alandan dışlanmasına yönelik olarak yorumladılar. Sarkıntılık yapılarak kadınlara karşı “siz gidin evinizde oturun burada ne işiniz var” anlamına gelen dışlayıcı bir tavır takınıldığını ileri sürdüler. Feministlere göre erkeklerin bilinçaltında yatan ve fırsatını buldukça da açığa çıkan bu tür eylemler patriarkal kültürün getirdiği bir davranış kalıbıdır. Cinsel taciz kamusal alanda gerçekleştiğine göre aslında u eylem aynı zamanda kamusal alanın ne kadar erkeksi normlarla donatıldığını gösteriyor. Kadın bir cinsel potansiyel olarak telakki edildiği için kamusal alanı bozacak bir bozgunculuk kaynağı olarak düşünülmektedir. Dolayısıyla feministlere göre erkelerin cinsel tacize geçerek kendi alanlarını kadınlardan koruma isteği aslında patriarkal kültür ve bu kültürün ürettiği toplumsal yapılanmanın korunmasına yönelik olmaktadır.
Yaklaşık bir aylık hazırlıktan sonra başlayan bu kampanyanın en ilgi çekici yanı kampanya boyunca kadınlara özel hazırlanmış, ucuna mor kurdele takışmış olan iğnelerin dağıtılmasıydı. Hatta bu nedenle kampanya basında "Mor İğne Kampanyası" olarak tanıtılmıştı. bu iğneler, kadınların kamusal alana girmek ve buradaki varlıklarını sürdürmek için gerekli mücadele araçlarını simgelemektedir. Diğer bir deyişle, kadınlar iğnelerini bir kılıç gibi kullanarak önlerinde duran erkekler ordusunun yaracak ve kadınsal alanda kendilerini bir yer, bir alan, bir mevki temin edeceklerdi. Cinsel Tacize Hayır çağrı metninde "Biz kadınlar toplumda var olduğumuz her alanda, sokakta,iş yerinde, evde sürekli cinsel tacize uğruyoruz; otobüste, vapurda,trende, sinemada, el ele,göz göze bize sarkıntılık ediyor; artık susmayalım,hep birlikte bu utancı taşımaya "hayır" diyelim." denerek tüm kadınların bu kampanyada yer alması isteniyordu. Kadıköy-Karaköy vapurunda yolculuk yapan kadınlara mor iğne dağıtarak kampanyayı başlatan feministler kadınlara ellerindeki metinden şu pasajı okuyorlardı:
Ucu açık bırakılan bu kampanya yaklaşık bir ay sürdü. Kampanyanın bir parçası olarak feminist kadınlar TÜYAP Kitap Fuar'ında açtıkları stantta tacizi belgeleyen materyaller sergilediler, değişik toplantılarda taciz konusunu işlediler ve tacize uğrayan kadınların tanıklıklarıyla fuardaki toplantılarını renklendirdiler. Erkeklerin kamusal görünürlüğünü kırmak için bazı kadınlar gruplar halinde "Giysim Sarkıntılığa Davetiye Değildir" sloganı eşliğinde Beyoğlu'nda dolaşıp, kadınların giremediği birahane, meyhane, kahvehane türü yerlere topluca girerek, buralarda oturup sohbet ederek erkeklere ait olan birtakım toplumsal kurumlarda kadınlara da yer açmaya çalıştılar.
Feministlerin cinsel tacize karşı başlattıkları kampanyaları yurdun değişik yerlerinde de yankısını buldu. Kampanya İzmir'de 1987 yılında kurulan Çağdaş Kadın Derneği tarafından üstlenilmiş ve çok sayıda kadına mor iğne dağıtılarak kendilerini sarkıntılığa karşı korumaları salık verilmişti. Bu dernek, yayını olan Çağdaş Kadın'la birlikte kendini feminist faaliyetlere adamış ve İstanbul, Ankara gibi kentlerde başlatılan kampanyaları ve faaliyetleri İzmir'e taşıyarak burada feminist bir oluşuma zemin hazırlamıştı.
Feministlerin bir sokak gösterisi de Türk Ceza Kanunu'nun 438. maddesine karşı ortaya çıktı. Bu maddeye göre tecavüze uğrayan kadının fahişe olması halinde tecavüz suçuna üçte ikilik bir ceza indirimi öngörülmektedir. Antalya'da meydana gelen böyle bir olayı protesto etmek için feminist gruplar İstanbul'da bir takım etkinliklerde bulundular. 15 Ocak 1990'da Sultan Ahmet Adliyesi önüne yürüyüş yaparak gelen feminist kadınlar burada bir bildiri okuyarak kararı şiddetle protesto ettiler. Antalya'daki olayda üçte ikilik indirim ön gören mahkeme kararını İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi'ne, Kadınlara Karşı Her Tür Ayrımcılığın Önlemesi için Uluslararası Sözleşme'ye ve Anayasa'ya aykırı bulunmanın ötesinde devletin kadınları "iffetli" ve "iffetsiz" gibi kategorilere ayırmasını şiddetle eleştirdiler. Fahişelerin icra ettikleri fuhuş eyleminin bir meslek olduğunu, bu mesleğin devlet tarafından da meşru görüldüğü, bu nedenle de bunun bir iffetsizlik olarak değerlendirilemeyeceğini açıkladılar. Bir grup feminist kadın İstanbul Zürafa Sokak'da bulunan genelev kadınlarını ziyaret ederek buradan Antalya'daki yargı kararını Anayasa'ya uygun bulan Anayasa Mahkeme üyelerinin istifasını isteyen sert bir mektubu bu üyelere gönderdiler. Bu mektubun bir yerinde şöyle deniyordu:
Bu kampanya erkek merkezli olarak kabul edilen kültürde kadınlarla ilgili anlamını bulan tanımlamaları şiddetle reddetmeyi içermektedir. Çünkü kadınların gözünde evliliği meşru kılan dayanaklardan hiçbirinin kendileri için geçerliliği yoktur. Kadın-erkek ilişkisinin cinsel boyutunun evlilik içiyle dışı arasında herhangi bir farklılık yoktur. Feminist kadınlara göre her iki durumda da kadınlar erkeğin baskısına mağruz kalıyor ve her iki durumda da onların ihtiyaçlarına karşılık veriyorlar.
Feministlerden Kadınca Dergisi çatısı altında bir araya gelen bir grubun "rolleri tersine çevirme" yönündeki eylemleri zikredilmeye değerdir. Bu kabilden olarak çok sayıda feminist kadın kamusal alanda yer almanın amaçlarından biri olarak erkeğin yaptıklarını yapmayı bir politika olarak ileri sürmüş ve bunu gerçekleştirme yoluna gitmiştir. Bu politikaya örnek olarak Kadınca dergisinden bir kadın erkek kıyafeti giyiyor, başına bir şapka, gözünde siyah camlı gözlük, boynunda atkısı ile sokak sokak geziyor, sigara içiyor, kısaca bir gün sabahtan akşama kadar sokaklarda erkek gibi davranıyor. "Erkek Kılığı ile Gelen Özgürlük" diyerek kamusal alanın yalnızca erkeklere açık olduğunu, erkeğin giysisinin bile bu alanda özgürce yaşamak için yeterli koşulu oluşturduğu sonucuna varıyor. Rolleri tersine çevirme politikasına bir örnek de gene Kadınca dergisi tarafından erkekler arasında düzenlenen "güzellik krallığı" yarışması oluşturdu. Jürisi feminist kadınlardan oluşan yarışmaya çok sayıda talep oluyor ve bunlardan güzellik kralları seçilkerek kadınlar arasında düzenlenen güzellik yarışmasına misilleme olarak erkeklerin kadın gözüyle değerlendirilmesi yapılıyor. Bununla birlikte aynı gruptan kadınlar Türk kültüründe erkek mekanı olarak kabul gören kahvelere gruplar halinde gidip oyunlar oynayarak, futbol maçlarına giderek, tek başlarına ya da ikişer üçer gruplar halinde ülke çapında gezilere çıkarak kadınları erkeklerin girdiği her yere girme, yaptıkları her işi yapma cesareti kazandırmaya çalışıyorlar. Kadınca'daki feminist kadınların bu tür eylemleri, söylemleriyle uyumlu olarak temelde kadınları"erkekleştirme" politikası gütmektedir. Ancak geriye kalan feminist grupların bu politikaya iştirak etmedikleri bunun yerine kadını "kadınlaştırmayı" idealize ettiklerini belirtmek gerekiyor. Ancak Kadınca'lı feminist kadınlar da sonuçta kadını toplumsal alana taşımayı amaçladığı için diğer feministlerle aynı parametrede buluşuyorlar.
Feminist gruplar bir eylem biçimi olarak aynı zamanda kadınların aleyhine olduğunu düşündükleri resmi politikalar karşısında bir direnç gösterme yoluna giderek bu yöndeki tüm resmi politika ve uygulamaları şiddetle eleştirdiler. 1989 yılında Başbakanlığa bağlı olarak kurulan Aile Araştırma Kurumu bir grup feminist kadın tarafından ilginç bir yöntemle protesto edildi. Bir araya gelen 30 kadar kadın, kurumun önem verdiği ailenin kendilerinin ezilme alanını oluşturduğunu ileri sürerek mahkemeye boşanma davası açtılar. Bunun yanı sıra Medeni Kanun'un kadın aleyhine olan birçok maddesi feministlerin eleştri ve saldırısına uğradı. Medeni Kanun'un kadını temelde anne ve ev kadını olarak kurguladığını ileri süren feminist kadınlar, bu kanunu büyük bir coşkuyla karşılayan Cumhuriyet ilk kuşak kadın tipolojisini adeta tersine çevirdiler.
Feminist kadınlar yatay ilişkiler ekseninde de bir takım girişimlerde bulunarak protesto eylemleri gerçekleştirdiler. Bu çerçevede zaman zaman çıplak kadın resmi basan pornografik magazinlere ziyaretler düzenleyerek bunları kınama eylemleri gerçekleştirdiler. Pornografi bu feministlere göre kadın bedeni üzerindeki erkek egemenliğinin başat bir alanını oluşturmaktadır. Aslında Türk feministlerinin pornografi konusunda gösterdikleri hassasiyet Avrupa ve Amerika'daki feministlerin yanında çok sönük kalmaktadır. Buralarda pornografi konusu feministler arasında başlı başına bir literatür ve bir çalışma alanı oluşturmuştur.
Feministler 1980 sonrası Türkiye'sinde sadece protesto nitelğinideki eylemlerle sınırlı kalmamış aynı zamanda kurumlaşma yoluna da girmişlerdir. Resmi kurumlarla bağlantısı olan ya da olmayan çok sayıda kurum feministler tarafından gerçekleştirilmiştir. Bu kurumlardan bir tanesi evlerinde şiddete mağruz kalan kadınların barınabilecekleri kadınsığınaklarıdır. Kadın sığınakları çoğunlukla belediyeler himayesinde feministlerce kurulmuş ve şiddete maruz kalan kadınlara yardımcı olmuştur. Kadınların yoğun baskısı neticesinde ilk kadın sığınağı 1988'de "Kadınlar İçin Barınma Ünitesi" adı altında İzmir'de açıldı. Bunu müteakiben İstanbul'da Bakırköy Belediye'sine bağlı olarak 1990 yılında "Bakırköy Kadın Sığınma Evi" açıldı. Bu sığınak bir yılda 280 kadın ve 320 çocuğa hizmet verdi. Aynı amaca hizmet eden diğer bir sığınak da Pişli'de "Pişli Kadın Sığınma Evi" adı altında açıldı. Gene feminist kadınların baskısı altında belediyece açılan başka bir sığınaksa 1992'de Kadıköy'de "Kadın Evi" adı altında açıldı. Bütün bu sığınaklarla kadınların karşılaştıkları şiddet ve baskıdan kurtulmalarının kolaylaştırılması amaçlandı. Bu sığınaklar kadınlar için tutunacak bir yer, bir yurt oluşturacak ve kadınlar istemedikleri ilişkilere ekonomik zorluklardan dolayı daha fazla katlanmayacaklardı. Bu tür sığınakların en önemlisi kuşkusuz feministler tarafından 1990'da bağımsızca kurulan "Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı" olmuştur. İstanbul'da kurulan bu vakıf kadınların karşılaştıkları psikolojik ve yasal problemleri çözmeye yardımcı olduğu gibi, kadınlar için yeni sığınakların oluşmasında da ön ayak olmaya çalışmıştır.
Feminist kadınlar kadın eserlerini içeren bir kütüphanenin gereğini öteden beri vurguluyorlardı.Bu amaçla İstanbul'da 1990'dakadın eserlerini ve kadınla ilgili çalışmaları toplayan, bir arada bulunduran ''Kadın Eserleri Kütüphanesi ve Bilgi Merkezi'' ni kurdular. Kadın çalışmasıyla ilgili büyük bir arşiv oluşturan bu kütüphane aynı zamanda kadınların buluştuğu, bir araya geldiği bir merkez işlevi görüyor.Kadın konusu ayrıca akademik kurumlarda da irdelenmeye başlandı.Feminist kadınlar tarafından 1990'da bu amaçla İstanbul Üniversitesi bünyesinde ''Kadın Sorunları araştırma ve Uygulama Merkezi '' kuruldu.Bu merkez kadın sorunlarıyla ilgili araştırmalar yapmakla beraber aynı konuyla ilgili seminer, sempozyum gibi topluma açık faaliyetler gösteriyor.Türk feministlerinin Türkiye dışındaki hemcinsleriyle de sıkı ilişkileri var.Türk feministleri sık sık Almanya ve Kıbrıs gibi ülkelere giderek buralarda seminer, sempozyum, konferans gibi etkinlikleri gerçekleştiriyorlar.Hatta Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nde kadınlar için bir araştırma merkezinin kurulmasına da öncülük ettiler.Feministlerin kurumlaşma yolundaki çabaları onların tepkisel bir hareket olarak ortaya çıkmakla kalmayıp tersine kalıcı olmaya aday olduklarını göstermektedir. Feministler kurumlaşmakla Türk demokrasisinin kamusal referanslarına farklı eksenlerde katkıda bulunarak zenginleştirmişlerdir.Feminist kurumlar feministlerle sınırlı kalmamış aynı zamanda diğer kadın kesimlerini, hatta yöneticileri de kadın konusunda kurumlaştırmaya yöneltmiştir. Nitekim 1993 yılında Ankara Altındağ'da açılan lüks,modern bir sığınağı bu kurumlaşmanın feministler dışındaki uzantısını gösteriyor.
Sonuç olarak denebilir ki, feminist kadınların kamusal alanda yer alma yolundaki keskin istekleri sokaklara taşan ve kurumlara yansıyan yüzünü göstermektedir.Cumhuriyet döneminde sağlanan psikolojik ortamla Türk kadınları kamusal alanda çok yaygın biçimde yer almışlardı. Ancak kamusal alanda yer alışları ''erkeksi''değerlerle olmuştu. Bunun yanısıra ev kadınlığı ve annelik mesleğinin uzantısı olan alanlarda yer almıştır.Feministlerin kamusal alanda yer alma istekleri bu çizginin çok ötesinde kadın-erkek alanları ve rolleri aşan bir iş bölümü boyutuna ulaşıyor.Bundan da önemlisi kadınları erkeksi bir görüntüyle değil, aksine kadınsı bir görüntüyle, kadınlaştırarak ve kadın değerleriyle kamusal alana sokma isteğinde.Feminist eylemlerin siyasal açıdam önemi de burada yatmaktadır.Zira Türkiye'de öteden beri devam edegen ''tekleştirci'', ''homojen'' öğeleri ön plana çıkan bir siyasal kültür hakim durumdadır.Feministler ise dişi bir oluşumla bu homojenliği heterojenliğe,türdeşliği çoğulcu bir görüntüye çevirerek sivil toplumun ve demokrasinin can alıcı dayanağı olan pluralist bir toplum profiline katkıda bulunuyor.
Kamusal alanın türdeşliği, aslında bütün otoriter ve totoliter rejimlerin ortak bir özelliğidir.Bu rejimlerde tek doğru, tek lider, tek kadro, tek ideoloji ve kültür anlayışı hakim olduğu için kamusal alan ''tek''leştiriliyor.Bu atmosferde gayet açıktır ki toplum-devlet ikileminde devlet çatısı dışına taşabilen bir toplum yapısı ortaya çıkmaz.Feministlerin toplumsal bazda geliştirerek kamusal alana kazandırdıkları değerler, normlar aynı zamanda toplumun devlet karşısındaki var olma dirayetine bir enerji, bir canlılık kazandırır.Diğer bir deyişle, devlet karşısında alternatif bir söylem geliştirerek toplumu veya varlık gösteren diğer kesimlere de renklerini bulaştırır. 1980 sonrası feminist söylem, eylem ve hareketin bir başka etki alanı da Türk toplumundaki Kemalist, sosyalist, İslamcı vb. kesimler üzerinde görüldü.Bu kesimlerin hemen hemen hepsinde olumlu ya da olumsuz tepkilerle karşılaşmakla beraber üç kesimde de kadın konusunda derin etkiler bıraktığını görmek mümkündür.Siyasal sonuçları açısından değerlendirince söylem, eylem, değer ve normlarıyla feministlerin son derece önemli, etkili ve kalıcı demokratik dayanaklar oluşturduğunu görüyoruz.Feministlerin diğer kesimler arasında uyandırdığı yankılara bakınca bu konuda ne kadar derin etkiler bıraktığını daha net biçimde görmüş olacağız.
Feminizm, 12 Eylül Harekatı'yla başlayan siyasal platformda askeri yönetimin tüm Türkiye'yi kuşattığı bir ortamda ortaya ilk çıkan bir siyasal harekettir.Ordunun kadınlara karşı geleneksel hoşgörüsünden de yararlanılarak gelişen feminizm askerleri de hedef alan bir karşıt hareket olarak gelişti. Askeri hareketin hakim olduğu bir ortamda sivil topluma öncülük ederek gelişen feminist hareket devletin himayeci kolları arasında veya siyasal partilere angaje olarak gelişmemiş; tersine devlet, siyasal parti vb. oluşumların koridorlarının dışında gelişmiştir.Dolayısıyla sivil toplum unsuru olarak feminizm iki boyutlu bir fonksiyona sahiptir.Bir taraftan dominant değerlere karşı alternatifler geliştirirken bir taraftan da sivil toplumsal kompartımanlar arasında kadınlar dünyasına doğru bir değişme öncülük ediyor.
1980'lı yıllarda feminizm liberalizmle elele gelişmiştir.Hem liberal değerlerin (bireycilik, özgürlük vs.) gelişmesine katkıda bulunmuş, hem de 24 Ocak Kararları ile birlikte Türkiye’nin mecrasına girdiği liberal ve serbest ortamda yararlanmıştır. Cumhuriyet ideolojisi çerçevesinde homojen, kolektif bir bilinç ve kimlik uyandırmak istenmiştir. Feministlerin ağırlık verdiği cinsel özgürlük liberal düşüncenin en hayatı kavramı olan “özgürlük” ve “birey” kavramlarının gelişimine kadınlar cephesinde katkıda bulunmuştur. Feminist söylem ve eylemler içinde gelişen kürtaj, alternatif yaşam, bilinç yükseltme, sınırsız cinsel özgürlük vb. kavramların hepsi bu kabilden bir fonksiyona sahip olup liberal değerlerin gelişmesine katkı sağlamıştır. Öte yandan serbest piyasa, insan hakları, demokratikleşme, AET’ye girme vs. gibi politikalara endeksli biçimde gelişen 1980 sonrası serbest ortam, feministlerin yukarıdaki isteklerini daha rahat ve serbest biçimde dillendirmelerine olanak tanınmıştır.
Feminist çıkışın yankıları en fazla Türkiye’deki ağırlıklı sosyal gruplar arasında gözlendi. Bu anlamda feminizmi en hareketli biçimde tartışan sol kamuoyu oldu. 1980’li yılların başlarında sol kesimde yayınlanan hemen hemen tüm dergiler kadın konusunu tartıştılar. Kadın konusu solda tartışılmakla sınırlı kalmamış, aynı zamanda konuya eğilen dernekler ve kayınlarla kadın konusunun sadece feministler tarafından gündeme getirilmesi önlenmek istenmiştir. Bu tür derneklerden zikretmeye değer üç tanesi Demokratik Kadın Derneği, Demokratik Mücadele Kadın Derneği, ve Kadınların Kurtuluşu Grubu gibi derneklerdir.
Konusunu sosyalist bir çerçevede çözümleme yoluna gitti. Bu derneğin çatısı altında bir araya gelen kadınlar ne yalnızca feminizm, nede yalnızca sosyalizmle değil, ikisini birleştirerek verdikleri mücadele içinde kadının kurtuluşunu sağlayabilecekleri temasını işlediler. Kadın kurtuluşunun kapitalizmde gerçekleşemeyeceğini ileri süren bu kadınlar kadın için mücadele ederken sosyalizm yolundaki ideallerinden de vazgeçemeyeceklerini vurguladılar. Demokratik mücadelede Kadın Derneği de feministleri kadınların ülke şartlarında sahip oldukları problemlerin farkında olmamakla suçladı. Kadın konusunun, ancak kadının yaşadığı ülkeye endeksli problemler çerçevesinde işlediği zaman anlam kazanabileceği temasını işlediler. Kadınların Kurtuluşu Grubu’da Kadınların Kurtuluşu adlı yayınıyla kadın konusundaki tartışmalara katıldı. Bu gruptaki kadınlara göre iki çeşit feminizm vardır: Amerika ve Batı Avrupa ülkelerinde gelişen “burjua” feminizmi ve sosyalist ülkelerde gelişen “proleterya” feminizmi. Gerçek feminizmin ikincisi olması gereğini vurgulayan bu kadınlar Türk feministlerini burjuvazinin bir parçası olmakla suçlayarak dışladılar. Üç kadın grubunun birleştiği ortak nokta, kadın problemlerinin kapitalist topumda proleteryanın karşılaştığı problemin bir uzantısı olduğu yolundadır. Bu nedenle bu kadınlar feministlerin Dünya Kadın Günü’nü, Dünya Emekçi Kadınlar Günü olarak kutlamaya devam etmişlerdir.
Sol kesim içinde feminizme karşı gelişen tepkileri iki kategoride toplamak mümkündür: feminizmi reddedici tavır ve kabul edici tavır. Feminizmi reddeden gruplar bunu birkaç nedene dayandırmaktadırlar. Öncelikle bazıları, feminizmin askeri yöneticiler tarafından Türk solunu bölmek amacıyla bilinçli biçimde teşekkül ettirildiğini iddia ediyorlar. Füsun ÖTÜRK feminizmin geliştirdiği üç temel söylemin sosyalizmin Türkiye’ye gelişini önlemeye yönelik olduğunu ileri sürüyor. Öztürk’e göre feministler cinsiyet mücadelesi geliştirerek sınıf mücadelesini; erkek düşmanlığını geliştirerek, sosyalistlerin muhtaç olduğu kadın-erkek birliğini; ve son olarak da cinsel özgürlük, serbestlik ve bireyci davranışlar geliştirerek sosyalistlerin komünal ideallerini yok etmeye çalışıyorlar. Bu nedenle feminizm, özünde sosyalist güçleri bölmeyi hedefleyen bir hareket olarak sol kesim literatüründe asla tasvip göremez.
Feminizme soldan gelen bir eleştiri de, feminist kadınların 12 Eylül yönetimince yasaklanmış olan sol hareketin yerini alma amacını taşıdığı noktasından geldi. Bu eleştiriyi işleyen Yarın dergisi feminist kadınları sert biçimde eleştirerek kendilerine ihanet ettikleri yolunda açıklamalarda bulundu. Yarın’a göre sol sanatçılar kadın arkadaşlarına en fazla ihtiyaç duydukları bir zamanda bu kadınların ihanetine uğradılar. Bu kadınlar bir “namussuzluk” ve “ihanet” örneği göstererek mahkemelerde, hapishanelerde sürünen sol savaşçılara sırtarlını dönmekle sınırlı kalmamış aynı zamanda yeni ve fantastik bir takım söylemlerle solun boşluğunu doldurma yoluna gitmişlerdir. Bu eleştiriden hareket eden dergi yazarları askeri hükümetin sola karşı bir tuzağı bir tezgah olduğunu ileri sürerek feminizmi kabul edilmez olarak beyan ettiler.
Feminizme gelen bir diğer eleştiri de feminizmin suni ve fantastik bir hareket olması argümanı etrafında yoğunlaştı. Feminizmi kapitalizme karşı bir tehdit unsuru oluşturmayan ve bu nedenle de bir lüks olarak değerlendiren Aytunç ALTINDAL feminizmin dört nedenden dolayı kalıcı ve devrimci bir hareket olmadığı görüşünü işledi. Altındal’a göre feminizmin felsefik olmayan bir harekettir; feminizmin gerçek bir metodolojisi yoktur; feminizmin bilimsel değildir; ve son olarak da feminizm sınıf realitesine kapalı bir harekettir. Bu dört nedenden dolayı feminizm yapmacık ve gereksiz şeylerle uğraşıyor. Realist, bilimsel ve felsefik temellere dayanmadığı için feminizm “geçici” bir moda olarak bir müddet sonra ortadan kalkacaktır. Süreç dergisi etrafında toplanan kesim Altındal’ın bu argümanını referans noktası yaparak feminizmi çok daha geniş düzlemde eleştiren yazılar yazdılar, hatta konuyla ilgili kitaplar yayınladılar.
Türkiye’deki feminizmi en sert biçimde eleştiren Sibel ÖZBUDUN Neden Feminizm Değil adlı kitabıyla feminizmi kapitalizmin görüntüleriyle uğraşan bir hareket olarak sert biçimde eleştiriyor. Özbudun’a göre kadınların bugün sahip oldukları problemlerin tümü kapitalizmel birlikte ortaya çıkmıştır o halde sorunun kökenine inip onunla orada mücadele etmek gerekiyor. Aksi takdirde bataklıktaki sineklerle uğraşılmış olunacaktır. Kadının kurtuluşunu, kadının özgürlüğünü kazanmasında ve cinsel özgürlüğünü elde etmesinde görmeyen Özbudun, bunun ancak iktisadi bağımsızlaşma, siyasal özgürleşme ve toplumsal mücadeleden geçeneğini ileri sürüyor. Böylesi bir mücadele ne tek başına kadınların, ne tek başına erkeklerin mücadelesi değil, tüm kafa ve kol emekçilerinin mücadelesidir. Bunun için feminizmin, tezahürü bırakıp, özle mücadele etmesi, bunun için de emekçilerin yanında yer alması gereği sonucuna ulaşıyor.
Sol kesimden feminizme gelen son bir eleştiri de feminizmin kadınların tümünü aynı kategoride yani, “kadın” gibi yalın bir kimlikte toplaması anakronizması etrafında yoğunlaştı. Bu eleştiriye göre feministlerin toplumu global bir yaklaşımla kadın-erkek gibi iki katmana ayırmaları gerçekçi bir yaklaşım değildir. Haklı olarak, “bir proleterya kadının sahi olduğu sosyo-ekonomik imkanlarla bir burjuva kadınınkini aynı kefeye koyabilir miyiz?” diye soruyorlar. Kadınların da kendi aralarında tabakalara ayrıldığını ve alt tabakalardakilerin üst tabaka tarafından sömürüldüğünü görmek gerekiyor. Kadınlar arasındaki tabakalaşmanın temeli ideolojik değil ekonomiktir. O halde realist ölçüleri bir kenara bırakarak, başka bir deyişle, kadınlar arasındaki ekonomik ayrışmayı görmezlikten gelerek kadınları erkeklerden ayıran ve ortak bir kimlikte toplayan patriyarki gibi bir ideolojiden sözedemeyiz.
Bu konuda feminizme gelen eleştiri sol kesimle sınırlı kalmıyor, başta siyahlar olmak üzere Batı’daki feministelrin bir kısmı da bu çelişki üzerinde duruyor. Postmodern düşünürlerin argümanlarından hareket eden bir kısım feminist kadın Üçüncü Dünya ülkelerindeki kadınlarla Amerika’da yıllarca beyazların tahakkümüne maruz kalan siyah kadınları beyaz Batılı kadınlarla hangi ortak payda altında bir araya getirebileceklerini sorgulamamaya başladılar. Bununla beraber kadınların yerel koşullardaki yaşayışları onların bilinç düzeyleri, gelecekle ilgili beklentileri, psikolojik durumları, hatta fizyolojik durumlarında farklılıklar meydana getirdiğini görmek mümkün. O halde tüm bu ayrımları bir kenara bırakarak evrensel bir şablonla insanları cinsiyet temeli üzerinde iki genel ve yalın kategoride toplanmanın problemleri ortada. Bu nokta, feministlerin cins/cinsiyet gibi ayrımları işlerken ne kadar temkinli olmaları gerektiğini gösteren bir husustur.
Feministlerin bu çıkmazından hareket eden Şehmus GÜZEL, kadınları ezdiği iddia edilen patriyarkal sistemin aslında erkeği de ezen bir sistem sürüyor. Kadınların ezme/ezilme ilişkisini aşmaları için demokratik kurumlarda yer almaları gerektiğini salık veriyor. Güzel’e göre eğer kadınlar, sendika, siyasal parti, yerel yönetim gibi geniş açılımlı ve geniş tabanlı örgütlenmelerde yerlerini alabilirse içinde bulundukları ikincil konumlarını rahatlıkla değiştirebileceklerdir.
Sol kesim içide bu yaygın reddedici tavrın aksine feminizmi sol mücadelelerin bir parçası olarak gören ve bu yönüyle destekleyenler de var. Türkiye İşçi Partisi’nin liderliğini sırasıyla yapmış olan M. Ali AYBAR ile Doğu PERİNÇEK, feminizmin sol grupların sosyalizm yolundaki mücadelelerine kendilerine ters düşmeyeceğini belirtiyorlar. Kadınlara yönelik hak talep eden feminizm kapitalizme karşı mücadelede sol grupların yanında rahatlıkla yer alabilir. Onlara göre feminizm bu nedenden ötürü dışlanması gereken değil sol kesime kabul edilmesi gereken bir hareket olarak değerlendirilmelidir. Bu noktadan hareket ederek feministlerin savunduğu özgürlük ve eşitsizlik kavramlarının aslında sosyalizmle buluşturan kavramlardır. Feministler eşitliği elde edebilirler; fakat özgürlüğü ancak sosyalizmle elde edebilirler. Ama prensip olarak özgürlük kavramı da sosyalizmin özgürlük kavramına uzak değildir. Bu nedenle feminizmin desteklenmesi gerektiği sonucuna gidenleri görmek mümkündür.
Feminizmi destekleme gereğini feministlerin kadınlar arasında sürdürdüğü “bilinç yükseltme” faaliyetine dayandıranlar da var. Bu konuyu tartışan Feyza Zileli, feministlerin rejimle iki noktada çatışma halinde bulunduklarını, bu çatışma noktalarının aslında solu da rejimle karşı karşıya getiren noktalar olduğunu ileri sürüyor. Bu noktalardan biri, kadının toplumsal rolünden, diğeri de kadın olmaktan ileri gelen sorunlar çerçevesinde ortaya çıkıyor. Kadının gerçekten eşit ve özgür olması için onu köleleştiren maddi temellerin ortadan kalkması şarttır. Ondan sonra kültürüyle, değer yargılarıyla, üst yapı kurumlarının diğer öğeleriyle mücadele etme esası başlar. Kadının eşitliği ve özgürlüğü ancak bu yoldan sağlanır. Bunun da diğer emekçilerin işine geleceğini savunan Zileli feminizmden pragmatik bir çerçevede yorumlayan Zileli başka bir yazısında da feminizmi eleştiren solculara yanıt verir. “Feminizmin Eleştirisi mi; Ataerkilliğin Savunusu mu?” başlıklı yazısında Zileli sol aydınların eleştirdikleri feminizmin, aslında Türk toplumunun sosyalizme engel teşkil eden iç dinamiklerine karşı savaş açtığını ileri sürerek, sol kesimin ataerkilliği savunma konumundan vazgeçmesi çağrısında bulunuyor. Türk toplumunun gelenekleri pençesinde küçük yaşlardan itibaren Kur’an Kursları’na terk edilen, kocasının beş adım arkasından yürüyen kadınlarla sosyalizme gidilemeyeceğini ileri süren Zileli solcu aydınlara, feminizmle işbirliğine geçmelerini ve feminizme karşı ön yargılardan arınmaların salık veriyor.
Yukarıdaki tartışmalarda feminizme sempatik bakan kesimin feminizmden daha çok pragmatik biçimde yararlanmayı amaçladığını görmek mümkün. Feministlerin kendilerine yönelttikleri eleştirileri bir kenara bırakıyor, feministlerin basın kültüre karşı geliştirdikleri eleştirilerden pragmatik biçimde yararlanmaya çalışıyorlar. Sosyalizmin gerçekte kadınlara hangi temellerde “özgürlük” sunacağı, onları hangi temeller üzerinde “mahkumiyetten” kurtaracağı yolunda somut bir örneğe dayanılarak bir önreinde bulunulmuyor, bu konu "şimdilik dursun" tavrı içinde gerçekleştirilerek a priori kabilinden ön kabullere ütopyalar çiziliyor. Oysa feminist kadınların (sosyalist feministler hariç) "patriyarki" kavramıyla vurguladıkları cinsiyete dayalı toplumsal örüntülerin kapitalist toplumla sosyalist toplum içindeki niteliklerinde bir farklılık yoktur. Nitekim feministlerin böyle bir iddiaları olmadığı gibi onların kadının ezilme alanı üzerindeki analizleri sol analizlerden derin çizgilerle ayrılmaktadır. Hatta hem liberal hem de radikal feministlerin tasarladıkları özgürlük ve kurtuluş projesi sosyalizmde değil ancak kapitalizmde mümkün olabilmektedir. Patriyarka ideoloji açısından toplumlar arasında fark göreyen feministler solun kendilerine yakınlık göstermesine adeta bir bit yeniği sezdikleri için sol harekete karşı bir yakınlık göstermedikleri gibi onların kendileri hakkındaki tartışmalarına da pek ilgisiz kalıyorlar. Soldaki bir kesimin feministlerle kurmak istediği yakınlaşmanın aksine feministler erkeklerin elini bırakıp tüm erkek merkezli odaklardan bağımsızve otonom bir kamusal oluşum peşinde olmayı tasarlamaktadırlar.
Feministlerin soldan sonra en fazla yankı uyandırdıkları bir kesim de İslami kesim oldu. Bu kesim solun, feminizmi kendisinden kopup giden bir parça yaklaşımının aksine ciddi ciddi bir kadın kimliği arama sürecine girdi. Bu noktada en büyük olumlu tepki "türbanlı feministler" olarak bilinen bir grup İslamcı kadından geldi. Bu kadınlar ilk kez seslerini 1987 yılında Zaman gazetesinde kadın konusunda sürdürülen bir düelloyla duyurdular. Türbanlı feministler aslında 1980 sonrası feministlerin aksine 1935 öncesi feminist gruplarla bir buluşma noktası sağlayarak o günkü feminist kadınların parametreleri doğrultusunda kadın konusunu tartıştılar ve haklar talep ettiler. Bunlar kadın konusunu tarihsel ve geleneksel bir projeksiyondan tartışarak yerli feminist söylemi 1935'ten bu yana ilk kez yeniden canlanırlar. 1935 öncesi feminist kadınlar,kadın konusunu türk toplumunun gelenekleri er bunun içinde de spesifik olarak İslama göndermeler yaparak tartışıyorlardı. Bu çerçeve içinde kadının kamusal alana girmesine müsaade eden hukuksal bir düzenleme onların mücadelelerinin baş ayrımında yer alıyordu. Türbanlı feministler de ortodoks İslamdan hareket ederek geleneklerle İslamın ana kaynaklarının kadına bakışı arasında bir ayrıma gittiler. Kadının mevcut statüsünde problem olduğunu esas alarak, bunun İslamıın kendisinden değil, geleneklerden kaynaklandığını ileri sürdüler. Erkeklerin, kadınlara atfettikleri ev kadınlığı ve çocuk bakımı gibi rollerin aslında İslamdan çok geleneksel olduğunu ve kadınları kamusal yaşamdanalıkoyduğunu ileri sürerek geleneksel rolleri eleştirdiler. Türbalı kadınların bu argümanı Müslüman aydınlar arasında hararetli tartışmalara yol açtı ve konu zaman gazetesinde haftalarca tartışıldı. Bu kadınlar daha sonra Ayçe adında bir dergi çıkararak tartışmalarını burda sürdürdüler. Ayçe'deki yazılar incelendiğinde genel olarakbu kadınların 1935 öncesi feminist kadınlarda olduğu gibi kamusal alana girme emeli taşıdıklarını ve İslami normları da bu yönde yorumladıklarını görüyoruz. Bu kadınlara göre İslam, kadının kamusal alanda çalışmasına herhangi bir sınırlama getirmiyor. Bu nedenle erkeklerin kendilerini bu alanda rahat bırakmalarını, Müslüman bir kadının kamusal alana çıkışını ve burada çalışmasını anlayışla karşılamaları gereğini vurguluyorlar.
İslami kesimde ekstrem sayılabilecek bir noktada kadın konusunu tartışan bu kadınların yanı sıra,1980 sonrası çıkarılan ve trajları 50binleri bulan değişik kadın dergileri,üniversitelere örtüleriyle devam etmek isteyen kız öğrencilerin bu yöndeki eylem ve ısrarları ve kamusal alana çıkma yolunda mücadele eden kadınlar 1980 sonrasında aslında feminizmin "yerli" (indigeneous) yüzünü temsil etmektedirler. Liberal,radikal ve sosyalist feminist grupların savunduğu cinsel özgürlük ve patriyarki giib kavramlara aynı noktada iştirak etmemekle beraber bu kadınlar kimlikleriye, görüntüleriyle kamusal alanda bir varlık, bir oluşum göstermek istiyorlar. Diğer kadınlardan farklılıklarını vurgulayan husus burada örtüleridir. "Örtü" dinsel anlam taşısa da sonuçta kadınlara ait bir giysidir. Giysi, bir başka açıdan olarak Osmanlı döneminde kadınları kamusal alandan soyutlayan bir unsur olmuştu. Açık olan, ince,abartılı giyinen kadınlar kamusal alandan dışlanıyorlardı. O günün feminist kadınları ise yönetimin kendi giysilerine hiç bir şekilde müdahale etmemesi gerektini savunuyor ve buna karşı mücadele ediyorlardı. Bunun yanı sıra kamusal alanda eğitim ve çalışma hakkı elde etmeyi de kadının varlığıyla özdeş bir konu haline getirmişlerdi.
Bu çevreden baktığımzda tarihin, tersine dönmüş gibi görünüyor olsa da aynen devam etmekte olduğunu görüyoruz. Aktörler gene aynı: İktidar ve kadın. Dışlayan iktidar,dışlanan ise kadın. Örtü ise bu tarihi sürekliliği sağlayan bir köprü durumundadır. Burada iktidar karşısındaki konumlarıitibarıyla türbanlı kadınların farklı bir cepheden,tıpkı 1935 öncesi feminist kadınların çizgisini, mücadelesini ve sivil toplumsal rollerini devam ettirdiklerini görmek mümkün. Kadınlar, tıpkı Osmanlı son dönemine uzanarak siyasal iktidarın kendilerine yüklediği misyonu o günkü kadınlarla aynı noktalarda sorgulanmaktadırlar. Bunun da ötesinde Osmanlı son dönemi de kadının kamusal alana çıkışını ifsat (bozgunculuk) olarak niteleyen Musa Kazım, Sait Halim Paşa gibi İslamcı aydınların düşünceleri ve beklentilerini de boşa çıkararak İslami normları kamusal alana müsaade eder bir tarzda yorumlamaktadırlar. Kamusal alan açılma konusu sadece "İslamcı Feminist" kadınlarla sınırlı kalmamış aynı zamanda neredeyse tüm İslami gruplar erkeği ve kadınıyla bu çizgiye gelmişlerdir. Bu konu aslında İslam-modernizm buluşmasının da ilginç bir örneğini, bir alanını oluşturuyor.



Öte yandan Tanzimat ve II. Meşrutiyet düşünürlerinin, "diplomalı kız" idealinin önündeki İslami yorumun da kalktığını; ve bu noktada II. Meşrutiyet'le beraber iktidar olan ve Cumhuriyetle birlikte büyük bir sağlamlık kazanan batılılaşma eğiliminin resmi görüşünün İslamcı kesimler tarafından da özümsendiğini görüyoruz. Ne var ki Osmanlı dönemindeki iktidar, tersine dönerek kadını bu kez farklı bir noktadan hareket ederek dışlayacaktı. Konu yine örtüdür; ancak bu kez dışlanan kimlik farklılaşmıştır. Kadınların kamusal alandan dışlanması noktasından düşündüğümüzde Osmanlı'daki siyasal iktidar tavrının " egemenliğin kayıtsız şartsız halka ait" olduğu retoriğine rağmen Cumhuriyet döneminde de devam ettiğini görüyoruz. Kadını dışlayan o günkü gerekçelerle bu günkü gerekçeler aynıdır. Kadının örtüsü. Ne var ki iki dışlama biçimi arasında nitelik olarak hiçbir fark yoktur. Siyasal iktidarın,modernleşme sürecinin başlangıcı olan yaklaşık ikiyüz yıl önceki bir marazi tavri halen de aynı ısrarlıkla sürdürmesi kadınlar ve kadın davası açısından büyük bir talihsizliktir. 1980 sonrasında geniş bir tartışma alanı bulan türban konusunu bu şekilde yorumlayan bazı feminist kadınlar türban eylemleri sırasında türbanlı kadınları ziyaret ederek elemlerine destek vermişlerdi. Türban konusun ilerici-gerici gibi ikilemlerin ötesinde kadını siyasal iktidarın karşısına diken bir unsur olarak düşündüğümüzde aslında 1980 sonrası Türkiye'sinde sivil topluma dayanak teşkil eden bire konu oluşturduğunu görürüz. Bu noktada dinsel bir renk taşısa da kamusal alana gerek eğitim,gerekse çalışma yoluyla girme amacı güden tü kadınları feminist kadınlarla aynı çizgide görmek mümkündür. Türk toplumunda iki kesimi buluşturan ortak nokta ise kamusal alanda yer alma istemi olmaktadır.
"Türbalı feminist" kadınların geleneğe karşı eleştrileri İslamcı entellektüeller tarafından teğkyile karşılandı. Ali Bulaç " Feminist Bayanların Kısa Aklı" başlıklı yazısında feminstlerin hangi kimliği taşırlarsa taşısınlar Türk toplumunun realitesine uzak kaldıklarını ve bu realiteye uymayacak bir söylem içinde yer aldıklarını idda etti. Bir başka entellektüel, Abdurrahman Dilipak ise Müslüman bayanların feminist olamayacaklarını ileri sürerek feministlerin kullandığı eşitlik ve özgürlük gibi kavramların sonuçta kapitalizme ucuz emek sağlamaktan başka bir işe yaramayacağını ileri sürdü. Dilipak, Müslüman kadınlar gerçekten özgür olmak istiyorlarsa, kapitalistlerin oyununa gelmemelidirlermesajını veriyor. Bulaç ve Dilipak'a ek olarak Hüseyin Hatemi, Cihan Aktaş gibi diğer İslamcı aydınlar da kadın konusunu,çok detaylı biçimde tartıştılar. İslami kaynaklara dayandırılarak sürdürülen bu tartışmalara göre Allah kadın ve erkekleri farklı fıtratlarda ve sorumluluklarda yaratmıştır. Farklılık sorumluluklarda değil, yaradılışın kendisinde yatmaktadır. Yaradılışa göre farklı fıtratlara sahip olan kadınla erke toplumsal sorumlulukları da bu fıtrata uygun olarak edineceklerdir. Bu nedenle kadın-erkek ilişkisine eşitlik veya eşitsizlik kavramlarıyla yaklaşılamaz. Adalet onlar arasında eşitliğe değil onların birbirini bütünleyen karşılıklı ilişkilerine ve fıtratlarına göre sorumluluk almalarına bağlıdır. Bu konu değişik İslami gruplar arasında yoğun bir tartışma konusu oluşturmaya devam ediyor.
Feministlerin bir başka etki alanı da Kemalist kadın derneklerinde göründü. 1980 öncesi dönemde tüm enerjilerini Kemalizmi savunmaya adayan bu kadınlar 1980 sonrasında kadın konusuna da ağırlık vermeye başladılar.1980 sonrası dönemde kadın konusuyla ilgili olarak kadınların yerel düzeyde karşılaştıkları ekonomik ve sosyal sorunlar, yasalarla kadınların aleyhine olan maddeler ve kadınların ülke yönetiminde yer almasına dönük alanlar bu derneklerin ilgi alanına girmeye başladı. Bu çizgide daha önceki dönemlerin tersine bu kez Kemalizm'den çok kadınların, kadının kadın olmaktan doğan problemleri ön plana çıkarıldı. Kemalist kadın derneklerinde yer alan kadınlar, medeni kanunda kadın aleyhine olan maddeleri tek tek araştırıyor, bu konuda raporlar hazırlıyor ve ilgililere iletiyorlar. Bunun yanı sıra kadınların kaymakam ve vali olması için liberal feministlerin başlattığı kampanyalara destek veriyor veya kendileri bu tür kampanya başlatıyorlar. bunun yanı sıra Necla Arat gibi bir takım Kemalist kadınlar da kendilerini Kemalist feminist olarak yorumluyorlar. Feministlerin Kemalist kadın derneklerinde yer alan kadınlar üzerindeki somut etkilerinden biri Dünya Kadın Günü'nü bu kadınlara da kabul ettirmekte ortaya çıktı. Kemalist kadın dernekleri Türk Kadını'na seçme ve seçilme hakkının verildiği 5 Aralık gününü Kadın Günü olarak her yıl büyük ve görkemli törenlerle kutluyorlardı. Ancak 1986 yılından itibaren onlarda kutladığı 8 Mart gününü Dünya Kadınlar Günü olarak kutlamaya başladılar. Son zamanlarda devlet desteğini de alarak 8 Mart gününü resmi boyutu olan debdebeli kutlamalarda gerçekleştiriyorlar.
Feminizm kadın konusunu önde gelen sosyal grupların gündemine sokması beraberinde önemli bir gelişmeyi daha getirdi. O da 1970' lerde birbirene karşı duvarlar ören sağ-sol gibi kutuplarda toplanan grupların kadın konusunda ortak tartışma noktalarını yakalayarak aralarındaki buzları eritmeleri olmuştur. 1960 ve 70 dönemi Türkiye' sinde her sosyal grubun ilgi alanı farklıydı ve hiçbiri diğerini anlamaya dönük ufak bir temyül göstermezdi. Oysa aynı gruplar kadın konusunu '' kadın hakları'' söylemi çerçevesinde tartışarak ortak buluşma yerleri tayin ettiler. Kadın konusu bu yönüyle Türkiye' deki sosyal grupları birbirine yakınlaştırmış, bunların birbirine bakışlarında göreceli bir hoşgörü tölerans ve yumuşama platformu oluşturmuş, bu da sivil toplumun devler karşısında ortak dayanağa sahip olmasının yolunu açmış ve böylece sivil topluma güç katmıştır.


Bir sivil toplum hareketi olarak feminizm etki alanlarından birini de devlet uygulamaları üzerinde görüyoruz. Bu anlamda ilk etkiyi 1980'in başında askeri hükümet tarafından yasallaşan kürtaj konusunda görmek mümkün. Kadınca dergisi ilk sayısından itibaren kürtaj konusu ele almış, konuyu değişik boyutlarda incelemiş, konuyla ilgili röportajlar yapmış, uzmanların düşüncelerini almış, yetkililerle görüşmüş ve bu konuda ilgililer üzerinde bir baskı kurmaya çalışmıştır. 1983 yılında kürtajın yasallaşmasını ''Dırdırcığımız işe yaradı'' başlığı veren Kadınca konuyu 1984 yılına kadar kadın sağlığı açısından yaklaşıyordu. Ancak 1984 yılından itibaren feminist grupların etkisinde rotasını değiştirince kürtaja kadının kendi bedenini kullanma hakkına sahip olması söylemi etrafında yaklaştı. Feminist kadınların ilk göründüğü Somut dergisi de konuya yoğun biçimde kampayalaştırmış ve doğurup doğurmama hakkının kendilerinde olduğunu savunarak kürtaj yasağını eleştirmiş ve yetkililerden konuyu yasallaştırmalarını talep etmişlerdi. Hükemetin çıkardığı kürtaj yasası üzerinde bu kampanyaların hangi ölçüde etkili olduğunu test etmek güç, ancak kadınların yasadan önce konuyu kamuoyu nezdinde politize etmesi ve çok sayıda kadını bu konuda mobilize etmesi bu anlamda önemlidir. Yöneticilere ulaşan toplumsal kadını talebin oluşumunda katkılarının büyük olduğu anlaşılıyor.
1980’li yılların sonlarına doğru ANAP hükümeti tarafından kurulan iki kurum var: Aile Araştırma Kurumu ve Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü. Her iki kumrun da feministlere belli ölçüde karşılık verdiğini söyleyebiliriz. AAK feministlerinin eleştirilerine hedef olan aileyi adeta kurtarma hamlesi başlatıyordu. Aileyi, tüm fertleri düzeyinde ayrı ayrı, geniş bir eksende araştırma konusu yapan kurum konuyla ilgili filmler hazırlıyor, araştırmalar yapıyor ve kitaplar yayınlıyordu. Feminst kadınların parçalayıp yok etmek istedikleri ailenin birliğini, refahını ve mutluluğunu sağlayıcı yönde yapılan çalışmaların ürünü olarak iki yıl içinde yaklaşık yüz adet eser yayınlandı, üniversite ve araştırma kurumları ile işbirliği halinde Türkiye çapında yaklaşık on tane geniş araştırma projesi yürüttü ve oranda da film yapımı gerçekleştirdi. Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir aile şurası bu kurum tarafından düzenlendi ve Türkiye çapında konuya ilgi duyan araştırmacı, bilim adamı ve hatta feministleri bir araya getirerek aile konusunda politikalar oluşturdu. AAK’nın üzerinde ağırlıklı olarak durduğu konulardan biri de kadın konusuydu. Ancak kadın konusu burada feministlerin ele alış tarzından çok konuya ilgi duyan araştırmacıların baş vuracağı çok önemli çalışmalar yürüttü. Bunlardan bir tanesi 1928 Alfabe Devrimi’nden bu yana aile veya aile bireyleri konusuyla ilgi yapılmış çalışmaların bir seri halinde yayınlanması oldu. Gene bu kurum yayınları arasında çıkan Cumhuriyet Öncesi Türk Kadını adlı araştırma Cumhuriyet öncesi Türk kadının sosyal durumu konusunda büyük bir boşluğu doldurur nitelikte bir eser olmuştur. Ne var ki Kurum muhafazakar bir ekip tarafından idare edildiği için feministlerin haksız biçimde yoğun eleştirisine maruz kalmıştır. 1991 yılında kurulan DYP-SHP koalisyonuyla beraber bu kurum da etkinliğini yitirmiş, araştırmalarını durdurmuş ve personel istihdam eden bir yemlik haline gelmiştir.
Kadının statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü de AAK kadar olmasa da ağırlıklı olarak kadın konusuna eğilmiş, bu konuyla ilgili bilgiler derlemişti. Kadını AKK’yla aynı, yani, ailenin bir biriye olarak kabul etmiş, bu çerçevede gönüllü kuruluşlarla işbirliği yaparak kadınların iş ortamı içindeki payları ve gelirleri gibi konularda ilgili gönüllü kuruluşlarla işbirliği içinde veriler derlemiş ve bunu yetkililere ulaştırmaya çalışmıştır. Bunun yanı sıra konuyla ilgili geniş katılımlı seminer, sempozyum gibi faaliyetler gerçekleşmiştir. Her iki kurumda feministlerin tartışmasına konu olan kadın konusuna ailenin bütünlüğü çerçevesinde yaklaşılarak konuya farklı bir bakış, farklı bir projektör geliştirmeyi hedeflemişlerdir.
Feminist kadınların hükümet üzerindeki etkilerinden biri de kadınların il ve ilçelere yönetici olarak atanmasında somutlaşıyor. Türkiye’de kadınlar 1991 yılına kadar kaymakam veya vali olamıyorlardı. Bu konu özellikle liberal feministlerin eleştirilerine hedef olmuş feministler diğer kadın kuruluşlarında da desteğini alarak hükümet üzerinde bir etki ağı kurmaya çalışmışlardı. Nitekim 1991 yılında devrim niteliğinde bir uygulamayla Türk tarihinde ilk defa bir kadın Muğla iline vali olarak atandı. Feministlerin kadın konusundaki baskı aynı zamanda bir kadın bakanlığı projesini gündeme getirmiştir. Bu proje 1991 yılında kurulan DYP-SHP koalisyon hükümetinin programında kabul edildi ve kadın bakanlığını kurmak üzere bir bakan atandı. Konuyla ilgili bakan görevi başlar başlamaz feminist kadınlarca etrafa sarılmış ve feministlerin etkisi altında bir taslak hazırlamıştı. Ancak Bakanlıkla ilgili taslakta feminist söylemlerin etkisi bariz bir biçimde hissedilince askıya alında. Konu yeni atanan bakan Türkan Akyol tarafından tarafından da takip edildi ve kuruluş aşamasına gelindi. Kadın bakanlığı projesinin yürürlüğe girmesinde feministlerin katkısı büyüktür. Zira bu konu feministlerin, devletten isteklerinin başında gelmekle beraber Kadınca dergisinin, yayımlandığı tarihten itibaren mücadelesinin baş ayrımlarına yerleşmişti.
Hükümetin 1991 yılından itibaren Medeni Kanun ve Ceza Kanunu’ndaki bazı maddelerin değişimiyle ilgili atılımını da bu çerçevede değerlendirmek mümkündür. Medeni Kanun’da değiştirilmek üzere gündeme alınan maddelerin başında kadının çalışmasını koca iznine ağlayan II. Madde ile, boşanmayı altı zorunlu sebebe bağlayan 134. Madde gelmektedir. Yeni değişikliğe göre kadın, kocasının iznine gerek kalmadan kamusal alanda çalışabilecek ve boşanma karşılıklı isteğe bağlanmış olacaktır. Öte yandan, beraber feministlerin sokak eylemlerine yol açan Türk Ceza Kanunu’nun, fahişe kadınlara tecavüz durumundan çıkarıldı. Her iki alandaki değişmelerin de feminist kadınların yoğun çalışmaları neticesinde gerçekleştirildiği bilinen hususlardır. Feministlerin devlet politika ve uygumaları üzerindeki etkileri onların bir sosyal grup olarak politik toplumun üzerinde bir baskı mekanizması ve alternatif bir oluşum teşkil ettiklerini gösteriyor. Alternatif oluşturma alanın ürünleri ise sonuçta bir sosyal gruba hatta sosyal grupla aynı ilgileri paylaşan toplumsal kesimlere kadar uzanıyor.
Türkiye' de siyasal partiler kadın konusuna 1980 den sonra görülmedik biçimde önem verdiler. Parti programlarında kadın konusuna önemli yer verilmesinin yanında siyasal örgütlenmelerde de kadına öncelik verildi. Kadına öncelik konusu, sol partilerin seçimler esnasında 1986 yılından itibaren kadınlara kota uygulamasında belirgin biçimde görüyoruz. Feminist kadınları kota uygulaması üzerindeki etkileri SHP Kadın Komisyonu Başkanı Perihan Ergun tarafından itiraf edildi. Ergun kota kavramını feministlerden öğrendiklerini bu nedenle 1986 yılında gerçekleşen SHP Olağanüstü Kuraltayı'nda bu etki altında kadın-erkek eşitliği programa, kota konusunu da tüzüğe soktuklarını açıkça belirtmiştir. Bununda ötesinde bu parti o tarihlerden itibaren Türkiye' de Kadın Bakanlığı konusunu vurgulayarak iktidar olduğu taktirde bu yönde bir bakanlık kuracağı vaadinde bulunmuştur.
1983-1989 döneminde Bakanlık yapan Turgut Özal'ın eşi Semra Özal' da siyasi ağırlığını kullanarak kadın konusunda çalışmalara koyulan isimlerdendir. Basında sıkca adından söz edilen de "Papatyalar" olarak tanımlanan bir kadın grubuyla kadın konusuna yoğun biçimde eğildi. Çok sayıda bakan, millet vekili ve üst düzey bürokratın eşlerinden oluşan Papatya ekibi "Türk kadınını güçlendirme vakfı" adında bir vakıf kurarak konuya bu vakfın çatısı altında eğildi. Türk kadınını, eşitlikçi bir yaklaşımla erkek seviyesine çıkarmaya amaçlayan bu vakıf kadınlara özellikle de doğum kontrol yöntemleri ve sağlık konusunda eğitme hamlesi yürüttü. Bu çalışmalarda ağırlık ise Doğu Anadolu Bölgesi' ndeki kadınlar üzerinde oldu. Özel statüye sahip olmakla beraber bu vakıf ANAP Hükümetinin bir kolu şeklinde işlev gördü. Aynı partiden Bakan İmren Aykut' un kurduğu Kadının Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ve ANAP içinden muhafazakar bir ekibin kurduğu Aile Araştırma Kurumu'na ilaveten bu vakfın faaliyetleri de iktidar partisi ANAP' ın o tarihlerde kadın konusuna ne kadar önem verdiğini göstermektedir.
1980 sonrasında siyasal partilerden Refah Partisi kadın konusunda en büyük atağı gerçekleştiren bir parti oldu. RP 1980 sonrasında bir yandan kadınların örtüleriyle üniversitelere devam etmesine öncülük ederek destek vermiş, bir yandan da kadınları siyasal faaliyetlere çekerek onları kendi programları doğrultusunda politize etmiştir. RP bünyesinde faaliyet gösteren kadın komisyonlarında görev alan kadınlar, partilerini 27 Mart 1994 Yerel Seçimlerinde bir çok yerde yerel yönetime getirdiler. İstanbul' da ev ev dolaşan basındaki tanımıyla "Refahlı kadınlar" bu partinin kadına bakışında büyük bir aşama sağladılar. İslami bir söyleme sahip olan RP, fikirlerini sahiplendiği II. Meşrutiyet dönemi İslamcı düşünürlerin karşı oldukları kadının kamusal alana çıkışı konusunu büyük bir mesafe ile aşmış bulunmaktadır.

1980 sonrasında görülen yeni bir gelişme de Türk kültüründeki erkek imajında ortaya çıktı.Batı'da modern söylem içinde devlet , bilim , gelişme kalkınma, rasyonalite vs. gibi kavramlarla özdeşleşen erkek, geleneksel rollerini bir kenara bırakmış ve adeta "kadınlaşma" sürecine girerek bu alanda postmodern bir görüntü çizmiştir.Modernleşme sürecine giren toplumlarda kadınlar kamusal alana "erkekleşerek" girerken bugünün postmodern ilişkileri çerçevesinde erkek özel alana çekilerek, kadınların uğraşlarını paylaşarak adeta "kadınlaşma" sürecine girdi. Bu süreç özel alanda geleneksel rollerdeki değişimde görülürken , kamusal alanda bizzat cinsiyet değişimi şeklinde görüldü.Aynı gelişmenin 1980 sonrası Türkiye'sinde gelişmekte olduğunu söyleyebiliriz.
Türkiye'de erkek tanımlamasıyla beraber vurgulanan iki kavram "kılıbık" ve "kazak" tanımları oldu.Kılıbıklık kadının geleneksel rollerini aile yaşamı içinde erkeğe tahvil eden ve kadın karşısında sert , haşin görüntüsünü bir kenara bırakan erkeklere atıf yapılarak kullanılıyor.Buna karşın kazak , kaba , önceliği kadına vermeyen , kadın-erkek ilişkilerini geleneksel normlar çerçevesinde görerek üstünlüğü erkeğe atfeden erkekler için kullanılmaktadır. Kadınca dergisi 1980 sonrasında Türk erkekleri arasında kılıbık tanımlamasına uygun erkek tiplerinin ortaya çıkışını , bir devrime işaret eden , "glasnost" kavramıyla açıklıyor.kılıbık erkeklerin başını çeken ve feminist kadınlarla evli olan erkekler feminist etki altında bakış açılarında bir değişim meydana geldiğini ifade ediyorlar.Bunlardan biri bir kitap okurken , bir film yahut olayı seyrederken farklı bir gözle , farklı bir perspektifle değerlendirme yetisi ve bir "kadın bakış acısı" kazandığını ifade ediyor.Feminist bir kadınla evli olan bir başka erkek de "ben daha önce de bulaşık yıkardım ama , yardım amacıyla ,bunun sağda solda konuşulmasından rahatsız olurdum; şimdi ise yapıyorum , yaptığından niye utanayım diyorum;bu sanıyorum feminizmle yakaladığım bir şey , beni utandıran erkekçe baskılardı; bu baskının altında yaşamak zorunda olmadığımın cesaretini feminizmden aldım" diyerek feminizmin kendisine kazandırdığı bakış açısını açık açık ifade ediyor.Kadınca dergisi bir sayısında kadınlar gibi çocuklarına bakan , çocuğun altını temizleyen ve bakımlarını üstlenen erkekleri ve onlarla yaptığı uzun mülakatları " Babalar da annelik öğreniyor" başlığıyla veriyor. Türk erkeklerinin bu alandaki değişimini yaygın biçimde görmek mümkündür.Feminist kadınlarla veya feminist etki altında bir "ben" bilinci geliştiren kadınlarla yüzyüze gelen erkekler kendilerini sorguluyor ve adeta değişmek için çaba harcıyor.Bu değişikliği sergilemek için 1990 yılında toplanan bir grup erkek şu sonuca varıyorlardı : "Erkekler iktidar doğmuşlardır.Biz erkekler , kadınlar seslerini duyurana kadar hiçbirimiz bu iktidarı sorgulayamamıştık bile . Kendimizi sorgulamamız kadın hareketinin doğal bir sonucuydu.
Türk erkeğinin geleneksel kadın rolünü yüklenmesi reklama da konu olmaktadır.1980 sonrası Türkiye'sinde reklamlarda ev işi yapan , çocuk bakan erkekler artık rahatça gösterilmektedir. Ajans Ultra'nın baba ve çocuklu reklamının "Kristal Elma 91" ödülüne layık görülmesi çok anlamlıdır.Artık 1980'lı yılların Türkiye'sinde eşya alımından evin ihtiyacını temin etmeye , evlilik ve boşanmadan , konut edinmeye kadar çok geniş bir düzlemde kadın erkekle aynı noktada söz sahibi olabiliyor ve erkek de nu hoşgörüyü , bu müsamahayı gösteriyor.Bu gelişme toplumsal her alanda yaygın olmakla beraber "ladies first" (öncelik hanımlara) söylemi de sosyete ve entelektüel kesimin sınırlarını aşarak toplumsal tabana yayılmaya başladı. Batı'da öteden beri görmeye alışık olduğumuz bayan elini öpme geleneğinin televizyonlarımızda yaygınlaşması ve neredeyse her erkekle bayanın karşılaşmasında bayanın elinin öpülmesi, ladies first anlayışının bir uzantısı olarak , erkeğin üç adım arkasında yürüyen Türk kadını alıp adeta erkeğin üç metre önüne koyma noktasına kadar getirdi.
Bir kısım erkeklerdeki "kadınlaşma" sürecinin en belirgin alanını cinsiyet değiştirme operasyonlarında görüyoruz.Cinsiyet değiştirdiği için 1980'lı yılların başında Bülent Ersoy'u küçümseyen ve hatta sahneye çıkarmayan bir toplumda, 1980'lı yılların ortalarından itibaren cinsiyet değiştiren erkekler mantar gibi bitiverdi.Erkeklik rolünden uzaklaşma trendi transseksüel , travesti ve homoseksüel erkeklerin davranış kalıplarında görülmeye başlandı ve bu kategorideki erkeklerin sayısı hızla artış gösterdi.Cinsiyet değiştiren erkekler aynı zamanda kamusal görünürlük hakkı elde ederek televizyon kanallarında , gazete-dergi sayfalarında ve sahnelerde boy göstermeye devam ettiler.Hatta transseksüel kimliğini Hükümete kabul ettirerek resmi bir kurumda çalışma hakkı elde etme yolunda mücadeleye girişenler de oldu. Bu erkeklerin çoğu özellikle transseksüel erkekler , cinsiyet değişimini , yeni bir cinsel deneyim , farklı bir zevk yaşamak için değil bizzat erkekliği, " baskınlık" ideolojisini ve iktidar olma isteğinin altında yatan erkekliği reddetmeyi amaçladıklarını belirtmişlerdir. Feministlere mektup gönderen bir travesti bu konuyu işleyerek kendini feminist olarak tanımlıyor ve feministlerle erek egemenliğini reddetme noktasında ortak paydalarının olduğunu söylüyor.
Feminist eylemlerin etkisi altında ortaya çıkan bu yeni trend sadece Türk toplumunda görülen bir gelişme değildir. Feminizmin olduğu her sosyal platformda aynı etkileri belki biraz daha ileri derecede görmek mümkündür. Türk toplumundaki örneği itibarıyla tarihsel olarak kadın-erkek ayrımına dayalı normların toplumsal bilincin çok derinlerinde yattığı bir kesiti incelemiş bulunuyoruz. Türkiye’de yaşanan örneğin Batı’daki gelişmelerle buluşarak kaydettiği ortak payda klasik sivil toplum tanımlamalarına dayanan özel/kamusal alanlar arasında ayrımların ne kadar zayıfladığı, hatta yok olduğu noktasında düğümleniyor. Doğası, psikolojisi ve fizyolojisinden hareket edilerek, klasik sevil toplum teorilerinde özel alan ile, yani aile ile özdeşleştirilen kadın bugün cinsiyetiyle, görüntüsüyle, doğasıyla, hatta belik de psikolojisiyle özel alanı aşmış durumdadır. Öte yandan rasyonelitesi, atılganlığı ve doğasıyla kamusal alanın payandası, tarihsel evrimin dinamiği, merkezi ve sembolü olarak formüle edilen erkek de sivil toplumun bu yöndeki denklemini aşmış durumda. Kadın-erek rollerindeki değişim özel/kamusal alanların nitelenmesini zorunlu olarak değiştirirken kamusal alanın da farklılaşmasını getirmiştir. Kadınlar farklılaşmayı sadece kendi “dişilikleri” ve bu dişiliğin uzantısı olan normlar örüntüsünde tutmakla sınırlı kalmamış aynı zamanda erkekleri bu “dişi” alana doğru çekerek farklılaştırmayı erkekler düzeyinde de yaratmışlardır. Dolayısıyla sivil topluma bu yönde katkıda bulunurken kamusal alandaki otonormları hem nitelik hem ne nicelik itibariyle artırarak sivil topluma daha güçlü bir dayanak oluşturmaktadır.
Sivil toplumun bu yöndeki dayanağı Türk toplumunda daha bir anlam kazanıyor. Çünkü “çağdaş medeniyetler düzeyine ulaşmayı” ideolojik bir amaç olarak ortaya koyan Türk devleti, kamusal alanı da bu amaca yönlendirmek için homojenleştirmenin ölçeklerini geliştirmiştir. Feminist gruplar elinde politize edilen eşitlik, kamu farklılıkla ve kamusal otonomi politikalarının üçü de homojenliği aşındıran bir farklılık heterojenlik ve otonomiye yol açmaktadır. Dolayısıyla söylemleri farklı olsa da feminist gruplar aynı payda altında sivil topluma katkıda bulunarak onu geliştirirken ve alanlarını geliştirirken; söylemleri, değerleri ve ideolojileriyle devlet karşısında bobinaj görevi üstlenecek resmi alanı o oranda küçültmeye ve daraltmaya hizmet etmektedirler.

0 yorum:

 

Zirve100 Toplist
Türkiyenin Tikky Sitesi Türkiyenin Tikky Sitesi