: Health,Psychology,Sağlık Blog-: 2008
26.12.2008

Karınca Yumurtası Yağı ve Yılan Yağı

0 yorum

Bunlara iki yeni ürün ise İran'dan eklendi. Karınca yumurtası yağı tüy sorununa, yılan yağı ise özellikle stresten kaynaklanan saç dökülmelerine karşı ‘birebir’ denilerek raflardaki rakiplerinin yanında yerlerini aldı.

Minik şişelerde Arapça etiket de taşıyan iki ürün 10 YTL'den satılırken, Dermakozmetik Uzmanı Ayşe Şumnulu, hem karınca hem de yılan yağının kullanımının çok eski dönemlere dayandığını söyledi. Karınca yumurtası yağı kullanımının Asya ülkelerinde çocukların büyüdüklerinde tüylenme sorunu yaşamaması için bebeklik çağda başvurulan bir yöntem olduğunu belirten Şumnulu, şunları söyledi:

“Eskiden anneler bebeklerini karınca yuvalarına çıplak yatırırlarmış. Karıncaların yumurta yağları yuvalarında kaldığı için bebekler bunların üzerine yatırılıp, ileride tüylü olmamaları sağlanırmış. Yani karınca yumurtası yağı kullanımının böyle bir hikayesi var. Özellikle kadınlarda tüy sorununun artmasının nedeni sir, ağda gibi şekerli yöntemlerin kullanılması. Çünkü bu malzemeler şekerli olduğu için tüy köklerini besliyor. Karınca yumurtası yağı kullanımına ergenlik döneminde başlanmalı. Tüyler temizlendikten sonra parmak ucuyla yağ temizlenen bölgeye sürülmeli. 4 gün üst üste yapılacak bu işleme 15 gün ara verildikten sonra tekrar edilmeli. 6- 7 aylık bir süre sonunda tüyleri azaltmadaki etkisi ortaya çıkıyor. Herhangi bir zaralı etkisi de yok.”

Zayıflamak istiyorsanız mutlaka için

0 yorum

Şişman bireylerin diyetlerine süt ve süt ürünleri eklendiği ve kalsiyum düzeyi yükseltildiğinde zayıflamanın etkin olduğunu gösteren birçok çalışma olduğu öğrenildi...

Hacettepe Üniversitesi Beslenme ve Diyetetik Bölüm Başkanı Prof. Dr. Tanju Besler, kalsiyumun vücut ağırlığı denetimi konusunda etkin olduğuna yönelik bilimsel veriler olduğunu belirtti.

VÜCUT AĞIRLIĞINI DENETLİYOR

Kalsiyum açısından ve kalsiyumun kullanılabilirliği açısından en zengin besinin süt ve süt ürünleri olduğunu ifade eden Prof. Dr. Besler, şöyle konuştu:

"ABD’de yapılmış bir seri çalışma var, hala da devam ediyor. Çok net olarak bir sonuç olmamakla birlikte genellikle süt tüketiminin, yani kalsiyum sütten geldiği zaman vücut ağırlığı denetiminin çok daha iyi olduğu belirtiliyor. Şişman bireylerin diyetlerine süt ve süt ürünleri eklediğimiz ve kalsiyum düzeyini yükselttiğimiz zaman zayıflamanın etkin olduğunu gösteren çok çalışma var.

YAĞ ORANINI DÜŞÜRÜYOR

Şişman bireylerde vücut ağırlığının düşmesinde kontrollü bir diyet içinde süt ve süt ürünlerini arttırılması ve yüksek kalsiyum seviyesinin sağlanmasının zayıflamaya neden olduğu ve vücut yağ oranını düşürdüğünü gösteren çalışmalar mevcut."

24.12.2008

Cinsel Birleşmede Sorun Yaşayan Hastalar

0 yorum

Cinsel ilişki ve birleşmede sorun yaşayan hastalar ilk olarak bir jinekoloğa başvurmalı ve basit bir jinekolojik muayeneden geçirilmelidirler.
Her ne kadar vajinismus %99 oranında psikolojik kökenli bir rahatsızlık olsa da %1 gibi bir oranda anatomik problemlere bağlı olarak da gelişebilmektedir. Böyle bir durumun olup olmadığı da basit bir jinekolojik değerlendirme ile ortaya çıkarıldıktan sonra tedaviye geçilmelidir.
Vajinanın atrofik (normalden oldukça küçük) olması, vajina içindeki septumlar (dikey ve yatay perdeler), vajinanın kör bir şekilde sonlanması (Rokitansky Kustner Hauser sendromu) gibi anatomik problemlerde de cinsel ilişki mümkün olmayacaktır.

23.12.2008

CİLDİMİZ NASIL VE NEDEN YAŞLANIYOR?

0 yorum

Cilt yaşlanmasının hızını sadece genetik mirasınız belirlemez. Cildinizin nasıl yaşlanacağına yalnızca genleriniz karar vermez. Dış etkenler yani çevresel yaşlanmanın etkileri çok daha önemlidir.

Cilt yaşlanması diğer organlardan farklıdır. Cilt sadece içten değil, dıştan da yaşlanır. Vücudunuzun en büyük organını, cildinizi diğer organlardan ayıran başlıca fark onun dış etkilere de açık olmasıdır. Kalbiniz, karaciğer veya akciğeriniz dış ortamın ısısından ya da nem değişikliklerinden habersizdir. İç organlar havanın yağmurlu, karlı, rüzgarlı, kuru veya rutubetli olmasından etkilenmezken, cildiniz bütün bu değişimlerin tam ortasında kalır. Hem içten hem dıştan yaşlanır. İç dünyanızın dışında hava kirliliği, fabrika dumanları, endüstriyel buharlar, sigara, egzoz gazları da cildinizi etkiler.

Araştırmalar, yaşlanmaya bağlı cilt sorunlarının %80-90'ının çevresel zararlardan meydana geldiğini gösteriyor. Genetik faktörler ve diğer içsel etkenlerde önemli ama onların gücü %20'yi geçmiyor. Eğer etkin bir "yaşlanma yavaşlatıcı program" uygulamak istiyorsanız çevresel yaşlanmayı öğrenmeli ve önlemeyi iyi bilmek zorundasınız. Çevresel faktörlerin oluşturduğu cilt yaşlanmasını nasıl önleyeceğiz sorusu yanıtlanması gereken en önemli problemdir. Bu sorunun alt başlıklarına güneşten koruyucu önlemleri, sigara içmeyi ve vücudunuzun antioksidan kapasitesini yükseltmeyi eklemeniz gerekiyor.

Güneş ışınlarından korunmak, riskli saatlerde güneşlenmemek, koruyucu giyecekler, aksesuarlar (güneş gözlüğü, şapka, güneş şemsiyeleri...) kullanmak ve gün ışığı olan her saatte, cildin görünen kısımların yüksek koruma faktörlü ürünler ile korumak bu mücadelenin ayrılmaz parçalarıdır. Özellikle en az 10-15 koruma faktörlü cilt ürünleriyle cildinizi yaz-kış korumayı unutmamanız gerekiyor. Özellikle güneşe çok fazla maruz kaldığınız dönemlerde (güneşlenirken, kayarken, açık havada yürürken…) cildinize yüksek koruma faktörlü ürünlerle yardımcı olmalısınız. Cilt ürünlerini seçerken "koruma faktörlü olanları" tercih etmeli, cildinizi antioksidan kremlerle desteklemelisiniz.

ÇEVRESEL YAŞLANMAYI NASIL YAVAŞLATABİLİRİZ?
GÜNEŞ: En etkili yaşlandırıcı ve birinci suçludur

Özellikle güneş cildi yaşlandıran "dış zararlılar"ın başında yer alır. Dünyamızın en önemli ısı ve ışık kaynağı olan güneş ışığındaki ultraviyole (UV) ışınları cilt hücrelerinin en önemli düşmanıdır. Etkiledikleri her cilt hücresinin duvarında, organcıklarında ve özellikle DNA'sında çok ciddi zararlar oluşturur. Öyle ki bu zararlar fark edilmediği takdirde solar keratoz adı verilen lezyonlara ve hatta cilt kanserine bile yol açabilir. Kontrolsüz, uzun süreli, yoğun ve korunmasız güneşe maruz kalmak cildin en etkili yaşlandırıcısıdır.

UYARI !
" Çocukluk döneminde ciltte su toplamalara yol açabilecek kadar güneş yanıklarına maruz kalan kişilerde ilerde cilt kanseri riski daha fazladır.
" 16 yaşın altındaki çocukların cildi daha ince ve hassas olduğundan güneşten korunmalarına özellikle önem vermelidir.
" Solaryum ve bronzlaştırıcı kremlerden sakının.

ÖNLEM :

" Güneş ışınlarının dik geldiği saatler olan 11:00-15:00 arasında dışarıda uzun süre kalınmamalı
" Güneş koruyucu bir ürün güneşe çıkmadan yarım saat önce sürülmeli ve her iki saatte bir tekrarlanmalı
" Şapka, koruyucu giysiler ve UV korumalı gözlük kullanılmalı
" Her mevsimde UV ışınlarına karşı önlem alınmalı
" Kış aylarında en az 15 SPF, yaz aylarında cilt tipine göre 30-50 SPF içeren bir ürün kullanılmalı
" Antioksidan içeren meyve ve sebzeler tüketilmeli
" Günde en az 8 bardak su içilmeli
" Antioksidan içeren nemlendiriciler kullanılmalı
" Antioksidan, vitamin ve mineraller içeren besin destekleri kullanmalı

BEBEKLERİN CİLDİ MÜKEMMELDİR

Bebeklerin ciltleri mükemmeldir. Yumuşak, kıvamlı, sıkı, nemli ve pürüzsüzdür. Bebeklerle çocukların "cilt yaşı ortaklığı" on beş, on altı yaşına kadar devam eder. Bunun nedeni çevresel yaşlanmanın cildi henüz etkilememiş olmasıdır. On beş on altı yaşlara doğru gençlerin yolları yavaş yavaş ayrılmaya başlar. Ergenlik sivilceleri ile yapılan mücadelelerin başarısı cilt yaşlanmasını belirleyen etkenlerin başında gelir. Yirmili yaşlara gelindiğinde yol ayrımı iyice belirginleşmiştir. Sigara kullanıp kullanmamak, yoğun ve uzun süreli olarak güneş ışınlarına maruz kalıp kalmamak, güneşten koruyucu ürünlerden yararlanma becerisi, "solaryum zararlısı"na maruz kalıp kalmamak ve az da olsa cilt bakımında dikkatli davranmak yol ayrımının önemli belirleyicileridir.

CİLT YAŞINIZI BİLİYOR MUSUNUZ?

Farklar otuz-otuz beşli yaşlar dönülünce ortaya çıkacaktır. Onuncu mezuniyet yılı balosunda bazı arkadaşların daha genç kaldığı, bazılarının beklenenden daha hızlı yaşlandığı mutlaka konuşulacaktır! Cilt yaşlanması ile ilgili köklü farkların ve dedikoduların başladığı yıllar ellili yaşlar yani yirmi beş-otuzuncu mezuniyet yılı toplantılarıdır. Bu yaşlarda cilt yaşlanması yönünden yollar çoktan ayrılmış, bir kısım arkadaşlar hala genç kalırken diğerleri fazlaca yaşlanmıştır. Bu farkın nereden kaynaklandığını öğrenmek istiyorsanız bu kitabın size yardımcı olabileceği umudunu taşıyoruz.

BİR ÖNERİ
GÜNE GÜNEŞ KORUYUCU ÜRÜNÜNÜZÜ SÜREREK BAŞLAYIN!
Yaşlanma etkilerini azaltmak istiyorsanız her yeni güne başlarken güneş koruyucu sürmeyi ihmal etmeyin. Unutmayınız ki en değerli giysiniz cildinizdir. Eviniz güneş alıyorsa, evdeyseniz bile, güneşten korunun. Pencere camını UV korumalı filtre içeren camlarla değiştirilebilirsiniz. Güneşten gelen zararlı ışınları süzme görevini yerine getiremeyen ozon tabakasındaki delinme nedeniyle güneş artık daha zararlı olmaya başladı.

SPF (Sun protection factor =güneş koruma faktörü) arttıkça ürünün cildi güneşten koruma etkisi de artar. Cildiniz normalde 20 dakikada yanıyorsa SPF 15 ile 300 dk (5 saat) da yanarsınız.

ULTRAVİYOLE NEDİR?

Güneşten gelen ışınlardan 400nm altındaki dalga boyunda olanlara ultraviyole ışınları denir.
UV ışınlarının bizi ilgilendiren iki tipi vardır. UVA ve UVB . Uzun dalga boyunda olan UVA ( 320-400nm ) derinlere nüfus ederek cildin esnekliği üzerinde kalıcı zararlara yol açar. Kısa dalga boyunda olan UVB( 290-320nm) ise cildin dış tabakalarında yanmaya yol açar, cildi yaşlandırır ve cilt kanseri gelişiminde rol oynar. Güneş koruyucu ürünler, UVA ve UVB ışınlarının her ikisine de koruyucu etki sağlamalıdır. Atmosferimize güneşten gelen ışınların süzülerek gelmesini sağlayan ozon tabakası son yüzyılda gelişen teknolojilerle beraber oluşan gazlardan dolayı darbe almış ve artık eskisi kadar görevini yapmaktadır. Bundan dolayı daha fazla korunmaya özen göstermek zorundayız.

Güneş cilde ne yapıyor?

Yaşam kaynağımız olan güneş olumlu etkileri yanı sıra olumsuz etkiler de taşır. Güneş kendimizi mutlu hissetmemizi sağlar, güneş sayesinde derimizden D vitamini sentez ederiz, bronzlaşınca kendimizi daha güzel hissederiz. Ancak bronzlaşmanın bedelini yıllar geçtikçe ağır bir şekilde ödemek zorunda kalabiliriz.

Güneş yanığı, cildin yaşlanması ve kanser başta olmak üzere ciltte gördüğümüz değişikliklerin en birinci nedeni UV ışınlarının ciltteki melanin, hemoglobin ve DNA gibi kromoforlar tarafından emilmesi (özellikle DNA nın UVB yi emmesi) ve sonuçta bu kromoforların hasar görmesidir. UVB üst derideki melanin ve DNA tarafından emilir ve güneş yanığına yol açar. UVA ise alt derideki damarlardaki hemoglobine bağlanır. Burada oluşan kimyasal maddeler kollagen ve elastik liflere zarar vererek cildin yaşlanmasını hızlandırırlar.
Su toplamaların ve soyulmaların görüldüğü güneş yanıklarında hasar daha fazla oluşur. DNA'nın gördüğü hasar büyük oranda tamir edilir ama bazı kalıcı bozukluklar yaşanabilir. Bu bozukluklar zamanla birikir ve yavaş yavaş cildin yaşlanmasına veya kontrollü büyümeyi etkileyen bir bozukluksa cilt kanserine yol açabilir. UV ışınları en çok açık tenlileri, çilli ve kızıl saçlıları etkiler.

Güneşe bağlı yaşlanma belirtileri
" Kuru ve mat bir cilt
" Derin kırışıklıklar
" Elastikiyet kaybı
" Gözeneklerde açıklık
" Düzensiz kahverengi lekeler
" Kılcal damarlarda artış
" Ciltte incelme
" Morarmalar
" Üzerinde pütürler olan kızarıklıklar ( aktinik keratozlar)
" Deri kanserleri

BİR ARAŞTIRMA:

New York'tan plastik cerrah Darrick Antell, tek yumurta ikizleri üzerinde yaptığı araştırmasında güneş ışığının rolünün kalıtımdan daha önemli olduğunu bulmuştur. İkizlerden güneşe çok az çıkan kardeşler, çok fazla güneş altında kalan ikizlerine göre daha az kırışıklığa ve daha genç görünüme sahip bulunmuşlardır.

BİR BİLGİ:

Soler Keratozlardan Cilt kanseri Gelişebilir !

Soler keratozlar ciltte güneş hasarının bir göstergesidir. 40 yaş üzerindeki kişilerde özellikle güneşe açık bölgelerde , kızarık veya kahverengi renkte, üzerinde pütürler veya kabuklanmalar olan , kabukları kaldırınca kanayabilen lekeler şeklinde görülürler. Genelde burun üzerinde ,alında , yanaklarda , dudaklarda , ellerde ve erkeklerde saçsız olan baş bölgelerinde görülürler. Zamanla bunların bazılarından cilt kanseri olan epidermoid karsinom gelişebilir. Bu nedenle bu tip bir cilt sorunu fark edildiğinde dermatoloji uzmanına muayene olunması gerekmektedir. Soler keratoz tedavisinde bazı kremler , kriyoterapi ve laser yöntemleri etkili olmaktadır. Ayrıca güneşten koruyucu önlemler de çok önemlidir. Gereken tedavi uygulandığında ve önlem alındığında cilt kanseri gelişimi önlenebilir.

BİR TEST: BİLEĞİNİZE BAKIN!

Eğer dış etkenlerin ne kadar önemli olduğunu öğrenmek istiyor,"çevresel yaşlanma"nın ne kadar önemli olduğunu gözlerinizle de teyit etmeyi arzuluyorsanız, "bilek testi"ni deneyin! Bunun için bilek bölgesindeki cildinizin dışı ve içine bakmanız yeter. Bileğinizin dışında gördüğünüz manzara derinizin dış etkenlere bağlı yaşlanmasıdır. Bileğinizin iç kısmı ise sadece içsel yaşlanmanın sonucudur. Aradaki farkın ne kadar ürkütücü olduğunun farkında mısınız? Cilt yaşlanması ile mücadelede çevresel yaşlanmanın ne kadar önemli bir faktör olduğunu bu küçük test size yeteri kadar anlatmış olmalı!

Eğer cilt yaşlanması ile etkili bir şekilde mücadele etmeyi düşünüyorsanız çevresel yaşlanmayı yavaşlatmak zorundasınız. Bunun için işe güneş ışınlarından korunmak ve sigara dumanından (ister kendiniz için ister duman altı olun) uzak kalarak başlamalısınız. Mümkün olduğu kadar temiz bir çevrede yaşamaya çalışmalı, hava kirliliğinden, egzoz dumanından cildinizi uzak tutmalısınız. Bu koruma çemberinin içine mümkünse ısı ve nem değişikliklerinden korunmayı da almaya çalışmalısınız. Eğer çevresel etkilere fazlaca maruz kalan biriyseniz cildinizi çevresel yaşlanmadan koruyan "ilaç gibi ürünler" ile korumaya almalısınız.

UZAK DURUN!
" Güneş
" Sigara
" Alkol
" Kirli hava
" Egzoz dumanı
" Dengesiz beslenme
" Fast food gıdalar
" Katkı maddesi içeren yiyecek ve içecekler
" Olumsuz düşünceler
" Aşırı kahve, siyah çay ve cola
" Yanlış cilt ürünleri
" Çok mimikli konuşmak
" Üç beyazdan (tuz, şeker ve un ) kaçının.

YAPIN!

" Yaz -kış hergün güneşten koruyucu bir ürünle cildinizi koruyun
" Sigara içmeyin, içilen ortamlarda bulunmayın, içiyorsanız bırakın
" Alkolü alışkanlık haline getirmeyin, 1-2 kadeh şarap içebilirsiniz ama yerine üzüm veya başka meyve suları tercih etmeniz daha sağlıklı
" Kirli havalarda dışarıda dolaşmayın, temiz havada yürüyüş yapın
" Egzoz gazı solumamak için trafikte fazla kalmamaya bakın
" Cildinizi hergün temizleyin, nemlendirin
" Olumlu düşünün, gülümseyin
" İyilik yapın, mutlu olun
" Günde en az 5 saat uyuyun
" Sırtüstü yatın
" Daha çok meyve ve sebze yiyin
" Daha çok balık tüketin
" Sık kilo alıp vermeyin
" Doktorunuzun size önerdiği antioksidan ve besin desteklerini kullanın( kendiliğinizden almayın)
" Yaz-kış güneş gözlüğü kullanın
" Görme kusurunuz varsa gözlük kullanmayı ihmal etmeyin
" Günde 8 bardak su için
" Sosyal ortamlarda bulunun
" Daha çok dost edinin
" Yeşil çay için
" Üzüm ve nar yiyin

İKİNCİ FAKTÖR: İÇTEN GELEN YAŞLANMA...

DOĞAL YAŞLANMAYI EN ÇOK GENETİK MİRAS BELİRLER

Cilt yaşlanmasının bir nedeni de içsel yaşlanmadır. Siz yaşlandıkça (diğer organlarınız gibi) cildiniz de yaşlanacaktır. Cilt hücreleriniz eski güç kabiliyetlerini kaybedecektir. Yaşınız ilerledikçe gençliğinizdeki o sıkı, nemli, gergin, pürüzsüz ve ipeksi cilt görünümünüzü kaybetmeniz doğaldır. Buna asla üzülmemelisiniz. Cildinizin sağlam bir örtü, çok güçlü bir koruyucu kılıf olduğunu düşünmemelisiniz. Cildiniz de kalbiniz, böbreğiniz, beyniniz gibi doğal yaşlanmadan nasibini alacaktır. Nasıl ki yaşlanan beynin biraz unutması, yaşlı bir kalbin kanı eskisi gibi güçlü pompalamaması normalse yaşlanan cildin de biraz kırışıp kuruması, gevşeyip sarkması olağandır.

Vücut ağırlığınız neredeyse %15'i kadar bir bölümü oluşturan bu kocaman organın müthiş bir damar ve sinir ağı ile desteklendiği yağ bezleri, ter bezleri ve tüy kökleri ile olağan üstü bir organizasyon içinde çalıştığını bilirseniz siz yaşlandıkça onun da yaşlanmasını hoş karşılarsınız.

CİLT YAŞLANMASININ YOL HİKAYESİ…

Cildinizin şanssızlığı fazlaca göz önünde bir organ olmasındadır. Renginde, kıvamında ve nem oranında oluşan değişikliklere görerek, dokunarak hemen farkına varırsınız. Eğer yaşınız ilerledikçe cildinizin üst tabakasında yer alan ölü deri hücrelerin daha yavaş atıldığını ve bu nedenle sertleştiğini, ölü tabakanın yaşlandıkça inceldiğini ve su kaybettiğini, yaşlanan, incelen üst tabakanın alt tabakayı koruma görevini aksatır hale geldiğini, yaşlanan derinin bazı bölgeleri daha fazla pigment üretirken diğer bölgelerinin melanin pigmentini üretmekte güçlük çekebildiğini ve bütün bunları yaşlılık lekelerine açık-koyu farklı renkte bölgelere sebep olduğunu bilirseniz, cildinizde içsel yaşlanmaya bağlı değişimleri daha kolay anlarsınız.

BİR BİLGİ

Normalde derinin kendini yenileme süresi 26-42 gündür. Yaşlandıkça bu süre uzar. Alfa hidroksi asitler, retinol gibi ürünler cildin yenilenme süresini hızlandırarak gençleştirici etki sağlamaktadırlar.

DAHASI VAR!

İçsel yaşlanmanın cildinizde yaptığı değişimler yukarıda anlatılanlarla sınırlı değildir. Yaşınız ilerledikçe yaşlanmış, sertleşip daralmış damarlarınız, cildinize daha az besin ve su taşımaya, cildinizi ürettiği atıklardan daha zor kurtarmaya başlar. Kısacası cildin beslenmesi de temizlenmesi de bozulur. İçsel yaşlanma cildinizin bağışıklık gücünü de zayıflattığından onu enfeksiyonlara ve kanserlere karşı korumasız bir hale getirir. Ayrıca, yaşlanan cildin su tutma yeteneği de önemli derecede zarar görür. Cildin dolgusunu oluşturan ve glycosaminoglycanlar (GAG'lar) bilenen ara maddelerin üretiminin azalması cilt yaşlanmasının diğer tetikleyicisidir. GAG'lara siz su tutan ya da su çeken moleküller de diyebilirsiniz. Bu "su sever moleküller"in bazıları (hyalüronik asit gibi) kendilerinin bin katı su tutma yeteneğindedir. Cildin nemi-suyu azaldı mı, cilt yaşlanması birdenbire hızlanır. Nem cildin her şeyidir. Kuruyan, nemsiz kalan, susuz kalan her cilt hızla buruşup kırışır.

KOLLAJEN VE ELASTİN DE YAŞLANIYOR

Cilt yaşlandıkça, yalnızca aradaki dolgu malzemesi değil cildi bir arada tutan iskelet sistemi de yaşlanır. Cildin iskeletini oluşturan lifler kollajen ve elastin isimli moleküllerdir. Bunlar cildinizi bir ağ gibi sarıp sarmalayan ona sıkılık, esneklik, uyum kabiliyeti ve sağlamlık sağlayan başlıca desteklerdir. Siz yaşlandıkça kollajeni ve elastini üreten hücreler de yaşlanır. Cildin iskelet sisteminde önemli değişimler ortaya çıkar. Özellikle elastin lifleri orta yaşlara doğru hızla bozulmakta, kalınlaşıp kıvrılmakta, sertleşip dağınık ve parçalı bir yapıya dönüşmektedir. Elastin liflerindeki bu doğal yaşlanmayı güneş ışınları daha da hızlandırmaktadır. Cildinizin güneşe maruz kalan bölümlerinin daha kalın ve bozulmuş bir hale gelmesi bundandır. Aynı değişimler kollajen liflerinde de görülür. Siz yaşlandıkça bu lifler de kalınlaşacak, bükülmeler, yığılmalar gibi bozuşmalara uğrayacaktır. Kısacası içsel yaşlanmanın cildinizin destek dokusu ve iskeletinde yaptığı değişimlerin hikayesi bir hayli uzundur. Yaşlanma, cildinizi oluşturan karmaşık organizasyonu pek çok yönden bozar.

YAŞLANAN CİLTTE NELER OLUYOR?
Nem oranı azalıyor.
Kollajen lifler kalınlaşıp, kırılganlaşıyor. Sayısal kayba uğruyor.
Elastin lifleri yapısal olarak değişiyor ve bozuluyor.
Bu iki lifi üreten cilt hücresi fibrobilastların sayısı azalıyor. Yetenekleri bozuluyor.
Ara madde üretimi ve destek dokusu bozuluyor.
Damarlar zayıflıyor ve görünür hale geliyor.
Bağışıklık hücreleri azalıyor.
Renk üreten hücrelerin dengeleri bozuluyor.
Cilt yüzeyindeki ölü tabaka incelip, güçsüzleşiyor.

CİLDİNİZ YAŞLANDIKÇA…

Kuruyor, pullanıyor, kalınlaşıyor.
Çiller, siyah noktalar, kırmızı lekeler ortaya çıkıyor.
İleri yaşlarda yaşlılık lekeleri beliriyor.
Mimik çizgileri (alında, kaş çatağında, yanaklarda) beliriyor.
İnce çizgiler ve kırışıklıklar meydana çıkıyor.
Göz çevresinde ince çizgiler, kaz ayakları ortaya çıkıyor.
Dudak üzerinde çizgiler, buruşmalar beliriyor.
Ben veya urlar ortaya çıkabiliyor.
Derin çukurlar ve sarkmalar meydana geliyor.
İnce damarsal yapılar ortaya çıkıyor.
Ciltte morarmalar ve kanamalar daha kolay oluşuyor.

ÜÇÜNCÜ NEDEN: RUHSAL YAŞLANMA

RUHUNUZ GENÇSE CİLDİNİZ DE GENÇTİR!

Cildiniz sadece genetik ve çevresel etkenlerle yaşlanmaz. Cildi yaşlandıran bir diğer faktör de ruhsal yaşlanmadır! Yani cildi yaşlandıran önemli bir faktör daha var ve ne yazık ki biz onun farkında bile değiliz: Ruhsal yapılanmamız, iç dünyamız! Ruhsal yaşamınızda olup bitenler cildinizi derinden etkiler. Cilt yaşlanması ile ilgilenen uzmanların ortak fikri cildi yaşlandıran şeylerin cildinizden çok daha derin bir yerde, beyinde gizlendiğidir. Gözlemler, stresi düşük, uykusu iyi, olumlu yanı çok, kahkahası bol, korkusu endişesi az, umudu bol bir yaşam sürenlerde cilt yaşlanmasının geciktiğini gösteriyor. Olumlu ve hoşgörülü insanlarda cilt yaşlanması yavaşlıyor. Cilt, stresten, hiddet ve öfkeden, mutsuzluktan, hüzünden, korku ya da endişeden hiç ama hiç hoşlanmıyor. Ruhsal yönden aşırı gelgitler yaşayanlar, kendini ifade etmede zorlananlar, gerginlik ve kasılmalarını fazlaca abartanlar daha hızlı bir cilt yaşlanması ile karşı karşıya kalıyor.

Karın yağlarınızdan ve kurtulmak mı istiyorsunuz?

0 yorum

Yaz geliyor… Kadın ya da erkek fark etmez, hepimiz kendimizi plajda dümdüz ve gergin bir karınla gezinirken düşlüyoruz. Oysa aynaya baktığımızda zayıf olmamıza rağmen göbek bölgemizin yağlandığı gerçeğiyle karşılaşmamız çok olası. Henüz baharın başında iken karın yağlarınızdan kurtulmak ve yaza dümdüz bir karınla girmek istiyorsanız, işte size birkaç ipucu…

Göbek bölgesi yağlanması, insanları kalça-basen bölgesi yağlanmasından daha fazla rahatsız ediyor. Bölgesel olarak tabir edilen bu tür yağlanmalar, zayıf kadınlarda bile görülebiliyor. Sadece estetik açıdan değil, sağlık açısından da riskli olan göbek yağlanmasının nedenleri arasında ise yüksek şekerli yiyecek alımının fazla olması, hareketsizlik (oturarak çalışma) ve insülin dengesizliği yatıyor.

Suadiye Memorial Tıp Merkezi Beslenme ve Diyet Bölümü’nden Dyt. Oya Yüksek, insülin dengesizliğinde kan şekeri seviyelerinde ve bununla birlikte diğer kan değerlerinde bozulmalar görüldüğünü, bunun sonucunda da özellikle bel-karın bölgesinde yağlanmalar oluştuğunu açıklıyor.

Diğer taraftan, bir sağlık sorunu olmasa da, yüksek karbonhidrat alan kişilerde vücut yağlarının özellikle göbek bölgesine doğru biriktiği belirtiliyor.

Karın bölgesinin yağlanmasını engellemek için uzmanlar, öncelikle tekli doymamış yağ asidi içeren besinleri tüketmenizi öneriyor. Doymamış yağ asitleri; fındık, avokado, zeytinyağı, kanola yağı, badem yağı, fıstık ve cevizde bol miktarda bulunuyor. Vücut kaslarını korumak için sıkılaştırma (kuvvetlendirme) hareketlerinin yapılması da karın yağlarıyla savaşı kazanmanızı sağlıyor. Özellikle yağ yakımı için aerobik egzersizleri yapmak, karın yağlarından kurtulmak için ideal bir yöntem. Yüksek karbonhidrat yerine daha düzenli dağılmış öğünleri tercih etmek ve karbonhidrat alımında, karışık karbonhidrat diye tanımlanan esmer tahıl ürünlerini tüketmek de sıkı, diri ve dümdüz bir karın sahibi olmayı kolaylaştırıyor.

9.12.2008

Doğum Sonu Döneme Uyum ve Değerlendirme

0 yorum

Doğum sonu dönem,aileye yeni bir üyenin katılmasından dolayı yeni bir düzenin kurulduğu bir dönemdir. Bebeğine, postpartum rahatsızlıklara, ailedeki yeni düzene ve vücut imgesindeki değişikliklere uyum göstermek zorunda olan anne için bu dönem oldukça zordur. Gebeliğin son aylarında ve doğum sırasındaki içe dönüklük dönemini takiben; lohusanın dış dünyaya atılımı basamaklar halinde olur.

-Doğumdan sonraki ilk birkaç gün anne pasif ve bağımlıdır. Daha çok eylem ve doğum olayı hakkında konuşur, alıcı konumdadır ve kendine dönüktür.

-İkinci günden sonra anne postpartum sürece uyum sağlamaya başlar, bebeğine yönelmiştir ve anne daha çok verici konumdadır.

-Anne daha sonra lohusalığın ilk haftalarındaki daralmış yaşantısından yeniden duygusal çevre yaşantısına döner.

İşte bu sürecin herhangi bir aşamasında takılma tedavi gerektiren bir durumdur. Bu süreçten sonra annelik kimliğinin şekillendiği, annelik rolünün kazanıldığı bir dönem gelir. Annelik kimliğinin şekillenmesi doğan her çocukla birlikte ortaya çıkar ve dört safhada gerçekleşir:

1)Gebelikte ortaya çıkan, geleceğe hazırlanma safhasında kadın anneliğe ilişkin rol modellerini izler. Özellikle kendi annesi nasıl bir annelik sorusunun cevabı için iyi bir örnektir.

2)Formal-Biçimsel safha , çocuğun doğumu ile başlar. Anne , rol modellerinin etkisi altında çevrenin kendisinden beklediği gibi davranmaya çalışır.

3)İnformal safha da kadın anneliğe ilişkin kendi seçeneklerini , diğer bir değişle kendi annelik stilini geliştirmeye başlar.

4)Son safha olan kişisel safha da , annelik rolü kazanılmıştır. Bu safhaya ulaşan anne artık bir anne olarak rahattır ve bu konuda kendi fikirlerine ve davranışlarına sahiptir.

Annelik rolünün kazanılması, doğumu takip eden 3-10 ay arasında gerçekleşir. Kadının sosyal desteği, yaşı, kişisel özellikleri, yeni doğanın mizacı ve ailenin sosyo-ekonomik durumu annelik rolünü kazanmayı etkileyen faktörlerdir.

DOĞUM SONRASI PSİKİYATRİK BOZUKLUKLAR

Gebelik ve doğum önemli biyolojik değişikliklerin yaşandığı fizyolojik bir süreç olduğu kadar, erken gelişim dönemlerine ilişkin bastırılmış ve çözülmemiş çatışmaların yeniden gündeme geldiği karmaşık bir psikolojik süreçtir.

Doğumu izleyen dönemin kadınlarda psikiyatrik bozukluk riskinin arttığı bir dönem olduğu uzun zamandır bilinmektedir. Doğum sonrası psikiyatrik bozukluklar üç ana bölümde incelenebilir; doğum sonrası hüzün, doğum sonrası depresyon, doğum sonrası psikoz.

DOĞUM SONRASI HÜZÜN (Doğum Sonrası Karamsarlık)

Doğum yapma, önemli hayat olaylarından biridir. Doğumu takiben, ilk bir haftada yeni duruma uyum, annelik rolüne adaptasyonla birlikte; biyolojik, hormonal dengedeki ani değişiklikle ilgili ortaya çıkan, hafif huzursuzluk, yorgunluk uyumsuzluk, ağlama krizleri ile belirgin bir tablo şeklinde görülür. Doğum sonrası dönemde depresif duygu durum oranının yüksekliği bilinmektedir. Depresif duygu durum, normal sayılan bir hüzünlülük (baby blues) halinden renkli ve hızlı başlangıçlı psikotik depresyona kadar geniş bir dışavurum gösterir. Yeni anne olan kadınların %50-80’inde olup, doğumu izleyen ilk 7-10 gün içinde görülür.

Doğum sonrası ilk günlerde gözlenen total plazma triptofanındaki normal artışın gerçekleşmeyişi, gonodotropinler ve diğer hormon düzeylerinin hızla değişimi, platelet MAO ve plazma cAMP düzey değişiklikleri, platelet adrenoreceptor alanlarının fazlalığı gibi etkenler postpartum hüzünle ilişkilidir.

Doğum sonrası hüznün, doğum öncesi disforinin devamı olduğu; bunda iki önemli risk etkeninin; ilk kez gebe olma ile premenstrual sendrom öyküsü olduğu ileri sürülmüştür.

Genelde bu durumun normal olarak değerlendirilmesi gerektiği, kişiye güven vermenin önemli olduğu belirtilmiştir. Ancak O’Hara ve arkadaşları, 182 kadın üzerinde yaptıkları çalışmalar sonucu doğum sonrası hüznün duygulanım bozukluğu yelpazesi içinde olduğunu öne sürmüşlerdir.

Doğum sorası hüzünde terapötik yaklaşım destekleyici çabaları içerir. Anneleri progesteronla sağaltarak doğum sonu hüzünlerini azaltmanın olanaklı olabileceğine inananlar vardır.

DOĞUM SONRASI DEPRESYON

Doğum yapan kadınlarda, doğumdan sonraki bir yıl içinde bazı psikiyatrik sorunlar diğer zamanlara göre daha sık ortaya çıkabilir. Bu sorunlardan birisi de yaklaşık doğum yapan her 10 kadından birinde gelişen doğum sonrası depresyondur. Genellikle doğumdan sonraki 2-8. haftalar içinde başlar ve en az iki hafta en çok bir yıl kadar sürer. Tedavi görmeyen kadınlarda 3 ay- 1 yıl arasında kendiliğinden düzelir. Geriye yönelik epidemiyolojik taramalar ciddi ruhsal ve duygusal hastalıkların ortaya çıkması açısından, postpartum dönemini gebelik dönemine kıyasla 3-4 kez daha riskli olduğunu ortaya koymaktadır. Postpartum döneminin ilk 4 haftası bu açıdan en riskli dönem olmakta, ancak genellikle bu süre 6. aya kadar uzayabilmektedir. Gebelik süresince ; evlilik gerilimi ve doyumsuzluğu, istenmeyen hayat olayları bu konuda önemli etkenler olarak bildirilmiş, bilişsel yatkınlık ileri sürülmüş, çocuk bakımına ait beklentilerin ise belirleyici olmadığı ortaya konmuştur. Ergenlik döneminin biyolojik-psikolojik stresleri bu çağdaki annelerde depresyon oranını, yetişkin annelerden yüksek kılmaktadır.

Doğum sonrası depresyonun nedenleri kesin olarak bilinmemektedir. Hızlı fizyolojik değişikliklerin rolü olabileceği düşünülmektedir, ancak hangi etmenlerin daha fazla neden olduğu açık değildir. Bununla birlikte bazı risk etmenlerini taşıyan kadınlarda doğum sonrası depresyonun daha sık görüldüğü bilinmektedir. Bu risk etmenleri; kadının ya da eşinin işsizliği, sosyal desteğin yetersiz olması, evlilikle ilgili sorunlar, beklenmedik yaşamsal olaylar (ölüm, ayrılık vb.), planlanmamış gebelikler, çok doğum yapmış olma, daha önceki gebeliklerde depresyon geçirilmesi, anne sütü ile beslememe, kayıpla sonlanan gebelik ve doğum deneyimleri, erken anne-bebek ayrılığı ve bebeğin bakımı ile ilgili duyulan kaygılardır. Ayrıca çocuğun özürlü doğması veya bazı geleneksel-kapalı toplum yada yörelerde çocuğun cinsiyetine yönelik beklenti ve değer yargılarının da depresyon gelişimi açısından önemli bir stres kaynağı olabileceğine ilişkin birçok klinik gözlem vardır.

Hannah ve arkadaşları; bebeğin düşük doğum ağırlıklı olmasının, sezeryanla doğumunun, zor doğumun ve biberonla beslenmesinin yüksek depresyon oranları ile önemli ölçüde ilişkili olduğunu bulmuşlardır. Evlilik dışı doğum, ölü doğum, ailede hastalık öyküsü; diğer risk etkenleridir.

O’Hara ve arkadaşları; çocuk doğuran depresyonlu kadınlarda erken gebelik döneminde de yüksek belirti düzeyi ve sosyal uyumsuzluk bildirmektedirler.

Meltzer ve Kumar; doğum sonu ruhsal sorun gösteren 142 annenin % 80’inde duygulanım bozuklukları saptarken, % 6’sında şizofreni bulmuşlardır.

O’Hara ve Swain tarafından yapılan bir incelemede doğum sonrası depresyon düşüncesini sağlayan önemli göstergeler arasında; geçmişte psikopatolojik bir durumun olduğuna dair öykü, gebelik sırasında psikopatolojik bir durumun ortaya çıkması, evlilik içi ilişkilerde zayıflık, sosyal desteğin az olması, stresli hayat şartları sayılmaktadır. Düşük aile geliri, düşük mesleksel statü gibi faktörler daha az etkilidir. Bir Avusturalya çalışmasında; daha önceki gebelikleri düşükle sonuçlanan kadınların, bir sonraki gebeliğin son 3 ayında daha yüksek düzeyde depresif belirtiler ve anksiyete gösterdiği saptanmıştır. Ayrıca düşüğü takiben 2. kez gebe kalan kadınlarda postpartum ilk yılda daha fazla depresif belirti gösterme eğilimi vardır.

Anne sütü ile beslemenin genel yararları iyi bilinmektedir. Doğum sonrası depresyon açısından ele alındığında ise anne sütü ile beslemenin olumlu ve olumsuz etkileri olabilmektedir. Anne sütü veren kadınlar, kendilerine ayıracak zamanlarının çok az oluşu, emzirme nedeniyle uykusuz kalmaları, ilaç kullanmaları gerektiğinde bebeğe zararı olacak endişesi duymaları gibi nedenlerle kolaylıkla negatif duygu durumuna girebilirler. Bunun yanında anne sütünün hızla kesilmesinin bazı hormonal değişiklikler yoluyla depresif belirtileri daha da kötüleştirdiği düşünülmektedir.

Doğum sonrası depresyon sık görülmesine karşın çoğu kez tanı konulamamaktadır. Bu durumun başlıca nedenleri kadının negatif duyguları nedeniyle kendini yalnız hissetmesi ya da utanması, rutin kontrol için çağrıldığı 6. doğum sonrası haftaya kadar doktorla görüşme olanağı bulamamış ya da hangi doktora başvuracağını kestirememiş olması, yeni doğan bebeğin verdiği heyecanla yakınmalarını dile getirememesi olabilir. Çoğu kadın sorunlarını depresyon olarak algılamaz, yine çoğu bu konuda destek arayışı içinde değildir. Bu konuda yardım arayışında olan bir kadın da çoğu kez bebeğinin doktorundan bu konuda bir yardım alabileceğini düşünmez. Ağır doğum sonrası depresyonu olan kadınların yalnızca %50'den azı belirtilerini depresyon olarak değerlendirmektedir.

Renk Körlüğü

0 yorum

İnsanın kendi vücuduna ait bilgileri ve çevresine ait haberleri algılayabilmesi, duyu organları vasıtasıyla olmaktadır. Duyu organlarına ulaşan çeşitli tiplerdeki enerji şekilleri, öncelikle duyu organlarında yer alan reseptör (alıcı) hücreleri tarafından aksiyon potansiyelleri ismi verilen özel elektrik sinyallerine çevrilir. Reseptörlerde başlayan bu aksiyon potansiyelleri sinirler yoluyla beyinde ilgili bölüme iletilirler. Beyne iletilen aksiyon potansiyeli sinyalleri de uyarıcı enerji şekline göre çeşitli duyular olarak algılanır.

Duyu reseptörleri tarafından aksiyon potansiyellerine dönüştürülen enerji şekilleri arasında mekanik (basınç, temas), ısı, elektromekanik (ışık), enerjileri ve kimyasal enerjiler (koku, tat, kanın O: ve CO2'si) sayılabilir.

Bir reseptörün duyarlı olduğu enerji şekline onun uygun uyaranı denir. Örneğin gözdeki ışık enerjisine duyarlı görme reseptörleri için uygun uyaran, ışık enerjisidir.

Görme organımız olan göze giren uygun dalga boylarındaki ışık enerjisi, öncelikle gözün mercek sistemi tarafından görme reseptörlerinin yoğun olarak bulunduğu gözün retina kısınma odaklaştırılır. Burada reseptör hücreleri tarafından oluşturulan aksiyon potansiyelleri de göz sinirleri yoluyla beyindeki görme merkezine iletilir. Sonuçta da görme merkezi tarafından yorumlanarak algılanır ve böylece görme olayı tamamlanmış olur.

Görme reseptörleri, ışık enerjisinin belli dalga boylama duyarlıdırlar. Başka bir deyişle ışığın belli bir dalga boyu, o dalga boyuna duyarlı görme reseptörünü uyarır ve algılanır. Işığın belli dalga boylarının belirli reseptörleri uyarması, o reseptörün ihtiva ettiği görme pigmentinin ışık absorbsiyon karakteristiği ile ilgilidir. Görme reseptörleri başlıca iki ayrı grupta incelenirler. Bunlardan çubuk şeklinde olup gece görmekten ve karanlığa', aydınlığa adaptasyondan sorumlu olanlar "basil", koni şeklinde olup görme keskinliği ve renk görmeden sorumlu olan reseptörler ise, "koni" reseptörleri diye isimlendirilirler.

Renk görme ile ilgili olan koni reseptör hücrelerinin algıladıkları ışık dalga boyları ölçülmüştür. Sonuçta bu konilerin her birinin görme spektrumunda yer alan renklerden yalnızca bir tanesinin görülmesiyle ilgili oldukları bulunmuştur. Bu üç koni tarafından algılanan renklere üç temel renk denilmektedir. Bu temel renkler KIRMIZI, MAVİ ve YEŞİL'dir. Bu üç koni hücresinin ışık dalga boyu absorbsiyon eğrileri önemli ölçüde birbirlerini örterler. Bundan dolayı da görülebilir ışık dalga boyları birden fazla koniyi uyarırlar. Aynı dalga boyu tarafından uyarılan 2 ayrı cins koni hücresinin değişik ölçülerde gönderdiği aksiyon potansiyellerinin beyin tarafından değerlendirilmesi sonucu, çeşitli renklerin ayırt edilmesi mümkün olmaktadır. Başka bir deyişle görme spektrumunda yer alan ve normal insan tarafından ayırt edilebilen 180 ayrı rengin tamamı renk görme ile ilgili 3 ayrı renk konisinin değişik oranlarda uyarılması ile gerçekleşmektedir. Buna bağlı olarak örneğin, sarı renge ait 5800 A boyundaki dalga boyu, kırmızıya (6500-7500 A) ve yeşile (5000 A) duyarlı reseptörleri birlikte uyararak, sarı renk duyusunun oluşmasını sağlayabileceği gibi kırmızı ve yeşil temel renklerinin karışımı da aynı renk duyusunu oluşturabilmektedir.

Beyaz ve siyah rengin algılanması: Beyaza uyan dalga boyunda ışık yoktur. Beyaz ışık duyuşu yeşil, kırmızı ve mavi renk konilerinin birlikte uyarılması île oluşmaktadır. Siyah renk duyuşu ise, ışığın yokluğunda oluşan bir algıdır. Fakat pozitif bir algıdır. Çünkü körler siyah rengi de görememektedirler.

Normal bir insanın renk görmesi, üç ayrı cins koni hücresinin uyum içinde çalışmasıyla olmaktadır. Bu tür normal görüş "trikromat" renk görme olarak vasıflandırılmaktadır.

Eğer bir kimse renk görmede yalnızca iki koni hücresine sahipse ve bu iki koni hücresiyle algılanabilen renkleri ve onların karışımlarını görüyorsa, bu şekilde renk görmeye "dikromatik" renk görme veya dikromatik renk körlüğü denilmektedir. Bu durumdaki kişilerde renk görme ile ilgili olan bir koni şeklinin yokluğu düşünülmektedir.

Bir koni çeşidinin bulunmadığı dikromatik renk körlüğü, yok olan pigmentle ilgili olarak,

- kırmızı renge duyarlı koni hücreleri yoksa, "PROTONOPIA" kırmızı renk körlüğü,

- mavi renge duyarlı koni hücreleri yoksa, "TRITANOPIA" mavi renk körlüğü,

- yeşil renge duyarlı koni hücreleri yoksa, "DEUTERANOPIA" yeşil renk körlüğü denilmektedir.

Örneğin, kırmızı rengi ayırt eden koni hücresinin olmadığı protonopia durumunda sadece koyu kırmızı renk algılanamaz. Kişinin gördüğü renkler koni hücreleri ile ilgili olarak yeşil, mavi ve bu iki rengin karışımıyla görülen renklerdir. Yeşil ayrımı yapan ye-şile duyarlı konilerin bulunmadığı deuteronopiada ise, yalnızca kırmızı ve mavi renkler ile bunların karışımı görülür. Yeşil renk ayırt edilemez.

Yalnızca tek renk konisinin bulunup, iki renk koni-sinin olmadığı renk görme ise, "monokromatik" renk görme veya monokromatik renk körlüğü olarak isimlendirilmektedir. Örneğin; yalnızca mavi rengi algılayan mavi renk konilerinin bulunup kırmızı ve yeşil renk konilerinin bulunmadığı durumda kişi, kırmızı ve yeşil renkleri ayırt edemez. Görme spektrumu ile ilgili olarak yalnızca mavi ve sarı renkleri algılayabilir. Kırmızı ve yeşil renkleri göremediğinden dolayı bu tıp renk körlüğüne kırmızı - yeşil renk körlüğü de denilmektedir.

Anopia: Renk görme ile ilgili her üç koninin de bulunmadığı durumdur. Bu durumda tam renk körü olan kişi yalnızca siyah beyaz olarak görür. Bazı insanlar ise, 'trikromat' olmakla birlikte renk ayırımları zayıftır. Bu durum, 'renk görme bozukluğu' (anomalısı) olarak isimlendirilir. Bu şekildeki renk körlüğüne tam renk körlüğünden daha seyrek rastlanılır.

RENK KÖRLÜĞÜ KALITIMI

Renk görme bozuklukları seks kromozomları ile resesif olarak nesilden nesile geçmektedir, ilgili genin kalıtımla geçişini X kromozomu sağlar. Erkeklerde XY kromozomu, kadınlarda ise, XX kromozomu olduğun-dan ve genin özelliğinin resesif olmasından dolayı, erkeklerde mevcut bir X kromozomunda kadınlarda ise, her iki X kromozumunda bulunmasıyla ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle erkeklerde kadınlardan daha sık olarak görülmektedir.

Erkeklerin % 8'inde, kadınların % 0,4'ünde renk görme ile ilgili bir bozukluk vardır. Yeşil renk görme bozukluğu (anomalısı) en sık görülen durumdur. Bundan sonra görülme sıklığı itibarıyla yeşil renk körlüğü, kırmızı renk körlüğü ve kırmızı renk görme bozukluğu gelmektedir.

Renk körlüğü olan erkeklerin kız çocukları renk körü olmamakla birlikte renk körlüğünün taşıyıcısı durumundadırlar. Taşıyıcı kadınların erkek çocuklarının yansı da renk körü olarak doğmaktadır.

RENK KÖRLÜĞÜNÜN TEŞHİSİ

Renk körlüğünün açığa çıkarılması ve ayrıca renk körlüğü veya renk görme bozukluğunun tipinin belirlenmesine yarayan pek çok test vardır. Teşhiste en kolay yol, renkli iplikleri karıştırıp, şahıstan renkleri gruplandırarak ayırmasının istenmesidir. Renk görme ile ilgili problemi olanlar, bu işlemi beceremezler. Teşhiste ayrıca ishihara ve Stilling levhaları da kullanılmaktadır. Bu levhalar renkli noktalardan yapılmıştır. Renkli noktaların içine ise renk körlüğünü veya renk görme bozukluklarım ortaya çıkaracak şekilde özel olarak renkli sayılar, şekiller veya harfler yerleştirilmiştir. Renk görme problemi olan kişiler bu harf, şekil veya sayıları ayırt edememekte; böylece teşhis konulmuş olmaktadır.

AĞRILI CİNSEL İLİŞKİ (Disparoni)

0 yorum


Nedir...?

Cinsel ilişki sırasında ya da sonrasında acı duyulması disparoni olarak adlandırılır. Erkekleri de etkileyebilmekle birlikte genellikle kadınlarda görülür. Disparonisi olan kadınlar sıklıkla vajina, klitoris ve labialarda (iç ve dış dudaklar) ağrı duyabilirler. Disparoni nedenleri çok olmakla beraber hemen hepsi tedavi edilebilir niteliktedir. Yaygın sebepler şunlardır ;

Lubrikantların yokluğuna bağlı olarak gelişen vajinal kuruluk

Atrofik vajinit (sıklıkla menopoz sonrası kadınlarda görülen vajinal mukozanın incelmesi durumu)

Bazı ilaçların yan etkileri (örneğin antihistaminikler ya da tamoksifen )

Sentetik iç çamaşırları, spermisitler (gebeliği önleyici maddeler) ve vajinal yıkama materyallerine karşı oluşan alerjik durumlar

Endometriozis: uterusun en iç tabakası olan endometriumun normal yeri dışında pelvis içinde, farklı yerlerde de bulunması ve büyümesi nedeniyle, başta kısırlık olmak üzere pelvik ağrı ve disparoni ile seyredebilen hastalık

Vulvo - vajinal vestibülit

Vajinal bölgeyi etkileyen cilt hastalıkları

Üriner sistem hastalıkları,vajinal mantar hastalıkları,cinsel yolla geçen hastalıklar

Psikolojik travma (özellikle çocukluk yaşlarında olmakla birlikte ergenlikte de yaşanmış olan cinsel taciz veya benzeri ruhsal travmatik olaylar)


Belirtiler...

Disparonisi olan kadınlar vajina girişinde yüzeysel bir acı duymakla birlikte, penisin daha ileri girişlerinde daha derin acı duyabilirler. Bazı kadınlar genellikle bu acının verdiği korku ile ilişki sırasında, vajinal kasların, penisin içeri girmesine engel olacak kadar sıkı şekilde kasılmasıyla seyreden ve vajinismus denen klinik tabloya maruz kalabilirler.

Teşhis...

Disparoninin teşhisi tipik olarak sizdeki belirtilere bağlıdır. Tıbbi ve seksüel hikayenizle birlikte jinekolojik muayenenin de yardımıyla doktorunuz bu şikayetlerinizin nedenini bulmaya çalışacaktır.

Acının, genital organlara dokunmakla mı yoksa erken ya da derin penetrasyonla (girişle) mı oluştuğunu ayırt etmek, nedeni bulmak için önemli bir anahtardır. Doktorunuz acının yeri, süresi ve ilişki sonrasında ne kadar sürdüğünü de soracaktır. Ayrıca şu sorular da doktorunuz tarafından sorulabilir ;

Daha önceleri, seksüel hayatınızda hiç ağrılı bir cinsel ilişki deneyiminiz oldu mu ? veya en başından beri tüm cinsel ilişki deneyimleriniz ağrılı mı idi ?

Hiç uygun bir kayganlaştırıcı kullandınız mı ve eğer kullandıysanız ağrıda azalma oldu mu ?

Seksüel hayatınızla ilgili bilgiler (özellikle cinsel yolla geçen hastalıklar konusunda riskli deneyimleriniz oldu mu ?)

Daha önce hiç cinsel tacize uğradınız mı ? ya da bir şekilde cinsel organlarınız travmaya maruz kaldı mı ?

Eğer orta yaşlarda iseniz ve düzensiz adet sikluslarınız(dönemleriniz), sıcak basmaları veya vajinal kuruluk şikayetleriniz de varsa muhtemelen atrofik vajinit hastalığı olabilir (menopoz sırasında östrojen hormonunun azalmasına bağlı olarak vajinal mukozanın incelmesi).

Eğer yeni anne olmuşsanız ve bebeğinizi emziriyorsanız, emzirme olayı da vajinal kuruluk ve buna bağlı olarak disparoniye neden olabilir.

Bu fizik muayene sırasında doktorunuz vajinanızı kuruluk, yangı ve özellikle mantar ve herpes başta olmak üzere enfeksiyonlar, genital siğiller ve varsa yara izleri açısından değerlendirecektir. Ayrıca doktorunuz endometriozise ait olabilecek pelvik bir kitle ya da hassasiyet olup olmadığını anlamak için bimanuel (iki elle) muayene ile iç genital (üreme organlarıyla ilgili) organları da değerlendirecektir. Ve eğer gerek görürse bu şikayetlerinizin artmasına neden olabilecek, cinsel taciz, travma ya da anksiyete gibi konular için başka bir uzmanla konsültasyona gidebilir.


Ne kadar beklenmeli...?

Şikayetlerinizin süresi tamamen altta yatan nedene bağlıdır. Eğer uygun olmayan bir lubrikant kullanımı nedeniyle oluşan bir vajinal kuruluk sözkonusu ise daha uygun birini kullanmakla belirtiler hızla gerileyecektir. Eğer vajinal kuruluğun nedeni atrofik vajinit ise bir ya da iki haftalık lokal-vajinal bir östrojenli krem kullanımı ile düzelecektir. Eğer bir üriner enfeksiyon ya da vajinal mantar hastalığı mevcutsa, bir haftalık bir antibiyotik tedavisi ile enfeksiyonla birlikte disparoni de yok olacaktır. Eğer cinsel yolla geçen bir hastalığa maruz kalmış olmanız nedeniyle disparoni varsa bunun tedavisi de antibiyotik ile olacak ama muhtemelen biraz daha uzun sürecektir. Disparoninin nedeni liken planus veya liken skleroz gibi bir cilt hastalığı ise steroidli kremlerle tedavi uygulanacaktır ancak bu da uzun bir süre alabilir. Eğer disparoni aylar hatta yıllar gibi uzun bir süreden beri varsa muhtemelen olaya psikolojik faktörler de eklenmiştir ve bu durumda belirtiler daha da artmadan uzun süreli bir terapiye ihtiyacınız olabilir.

Korunma...

Cinsel taciz ya da travma gibi bazı disparoni nedenleri elde olmasa da diğer disparoni nedenlerinden önlemler almak yoluyla korunmak mümkündür;

Sıkı giysiler giymeyerek, pamuklu iç çamaşırı kullanarak, hijyenik faktörlere daha dikkat ederek (sık iç çamaşırı değişmek ve genital bölgeyi mümkün olduğunca terden ve nemden uzak tutmak gibi) ve yüzme sonrasında ıslak mayonuzu değiştirerek vajinal mantardan büyük oranda korunabilirsiniz

Üriner enfeksiyonlardan korunmak için ve cinsel ilişki sonrasında mümkünse işeyiniz ve tuvalet sonrası cinsel organınızı önden arkaya doğru siliniz.

Cinsel yolla geçebilen hastalıklardan sakınmak için öncelikle tek eşliliği tercih ediniz veya mutlaka prezervatif kullanınız.

Vajinal kuruluk varsa uygun bir lubrikant kullanınız ve eğer kuruluk atrofik vajinit gibi bir duruma bağlıysa tedavisi yoluna gidiniz.

Eğer endometriozis varsa ilişki sırasında derin penetrasyondan (girişlerden) kaçınınız ya da nispeten daha az ağrılı olan adet sonrası ilk ya da ikinci haftalarda cinsel ilişkiye giriniz.


Tedavi...

Tedavi, disparoni yapan nedene bağlıdır ;

Rahat ve sorunsuz bir cinsel ilişki için klitoral uyarının yeterince fazla olmasına dikkat edin ve uygun bir lubrikant kullanın

Vajinal mantar enfeksiyonları için antifungal(mantara karşı) ilaçlar kullanın

Üriner sistem hastalıkları ve cinsel yolla geçen hastalıklar için uygun antibiyotik kullanın

Ağrılı yangılardan kurtulmak için uygun oturma banyoları tatbik edin

Vajinal bölgedeki cilt hastalıklarının tedavisi hastalığa göre çeşitlilik gösterir (örneğin likenlerde steroidli pomat kullanılır)


Ne zaman doktora başvurmalısınız..?

İlk birkaç cinsel ilişki deneyimi bazen pek de rahat olamamakla birlikte asla acı verici olmamalıdır. Eğer ilişki sırasında ya da sonrasında ani bir ağrı olmuşsa mutlaka doktorunuza görünün. Cinsel ilişkide duyduğunuz ilk ağrı sonrasında hemen doktora başvurmanız, cinsel ilişkinin ağrılı bir iş olduğu şeklindeki yanlış bir fikrin, saplantı olarak bilinç altında yer etmesine izin vermemek açısından önem taşımaktadır.

Takip...

Disparoninin nedenlerinden bir çoğu ilaçlarla tedavi edilebilecek olan fiziksel durumlardır. Buna rağmen, uzun süredir disparonisi olanlar ya da cinsel taciz veya travma nedeniyle disparoni hatta vajinismus gelişmiş olan kadınlar daha uzun ve ayrıntılı takip ve tedaviye gereksinim duyabilirler.

Erkek Cinsel Sorunları

0 yorum

1-Cinsel isteksizlik

Erkekler cinsel isteksizlikleri için nadiren yardım ararlar. Ancak cinsel isteksizliğe ikincil olarak ortaya çıkan performans (becerememe) sıkıntısı ve sonucunda ortaya çıkan sertleşme sorunu için başvurmaları daha sık görülür. Bu sorun için başvurma nedeninin azlığının diğer bir nedeni, erkekler arasında yaygın olarak inanılan ve “gerçek bir erkeğin sekse her zaman hazır olması ve her koşulda seksi yapabilmesi” ile ilgili olan yanlış bir inanıştır. Fiziksel nedenlerin dışında bu sorun çoğunlukla eşle yaşanan evlilik sorunlarından ya da depresyondan kaynaklanmaktadır.

2-Sertleşme sorunu-Ereksiyon sorunu: (Empotans)

Cinsel ilişki için gerekli ve yeterli sertleşmeyi sağlayamama ve/veya sürdürememe olarak tanımlanır.

Yaşla bu sorun artar ancak yaşlanmanın mutlak sonucu değildir. Sosyal, psikolojik ve bedensel yaşama ciddi olumsuz etkileri olabilir. Türkiye de 40 yaş üzeri erkeklerin %69’u bu sorunu kısmen ya da tamamen yaşamaktadır. Genel nüfusta bu oran %10-20 civarındadır.

Risk faktörlerinin en önemli ve sık olanları:

Yaşlanma

Damar sertliği

Şeker hastalığı

Kalp, böbrek, Karaciğer hastalıkları

Bazı ameliyatlar

Omurilik yaralanmaları

Uyuşturucu, alkol, sigara ve bazı tıbbi ilaçlar

PSİKOLOJİK sorunlar: aşırı stress (özellikle işe bağlı), depresyon, kötü bir çocukluk dönemi, cinsel bilgisizlik, geçmişte yaşanmış cinsel taciz, genelev yada benzeri deneyimdeki başarısızlık, eş ile yaşanan uyumsuzluk olarak sıralanabilir.



Sertleşme sorunum fizikselmi yoksa psikolojikmi?

Sertleşme sorunu olan ve sorunun psikolojik olduğunu düşünen kişiler doktora başvurduğunda sorunun gerçekten psikolojik çıkma olasılığı yüksek.

Uzun süreli bir hastalığınız, ilaç kullanım öykünüz yoksa sorununuz aniden başladıysa, sabah sertlikleriniz varsa sorununuz büyük olasılıkla psikolojik!!!!

Ancak çoğu durumlarda ayırım yapmak oldukça güç

Örnek: Toplumuzda ki yaygın kanının aksine şeker hastalığında cinsel sorunlar çoğunlukla hastalığın çok ileri dönemlerinde ortaya çıkar. Ama bazı erkeklerin bu olasılığı duymaları bile onlarda cinsel sorun yaratabilir. Bu şartlarda sorun psikolojik kabul edilir.

Bir erkek her ortamda ilişkiye girmeli (havada, karada denizde), tanımadığı bir kadınla her ortamda bu işi yapmalı, seksi erkek adam başlatır. Erkek seksi hiçbir ortamda reddetmemeli. Bu gibi erkeğin beynine işlenmiş yanlış inanışlar, aslında erkek cinselliğinin en büyük düşmanıdır. Örneğin aşırı alkollüyken bir kez başarısız olmuş bir erkek için yukarıdaki yanlış inanışlar geçerli ise artık her ilişki erkekliğini sınamak için bir sınav haline dönüşür. Kişi artık cinselliğin çekiciliğinden çok bu işi nasıl yaptığına odaklanır ve sorunu devam eder gider.

Benzer şekilde yaşlılığa yada fiziksel sorunlarına bağlı olarak sertliği biraz azalan erkek eğer kadını ancak çok sert (taş gibi) bir penisle tatmin edebileceğine inanıyorsa, bu inancın doğuracağı sıkıntı onun elindekini de kaybetmesine ve cinsellikten kaçmasına neden olabilir.

3-Erken Boşalma:

Bu sorunun tam tatmin edici bir tanımı yoktur; bazı yazarlar erkeğin eşini tatmin edemeden boşalmasını erken boşalma olarak kabul etmişken, çoğunluğu erken boşalmayı penisin henüz ilişkiye girmeden ya da girdikten hemen sonra boşalmasını erken boşalmanın tanımı olarak kabul etmektedir. Erkeklerin üçte biri erken boşalmaktadır ancak anlaşıldığı kadarıyla bunu sorun edenlerin sayısı oldukça azdır, çünkü toplumda daha az görülmesine rağmen bizlere başvuran erkeklerin çoğunluğu ereksiyon yani sertleşme sorunları yaşayanlardır.

Bu sorunu yaşayanların öykülerinde çoğunlukla hızla ve suçlulukla yapılan mastürbasyon vardır.

Eşin haklı olarak erken boşalmadan şikayetçi olması erkeğin stresini daha da arttırır ve sorun daha fazla sürer ve kısırlık, eşler arası evlilik sorunları gibi sorunlar yaşanır.

Erken boşalma yaşayanlar çoğunlukla dikkatini başka yere verme, geciktirici krem kullanma gibi yöntemlere başvururlar ancak bu sorunu çoğunlukla çözmediği gibi, alınan zevki de büsbütün azaltmaktan başka bir işe yaramaz.

Ön sevişme yapmak bu grup için durumu daha da ümitsiz hale getirir. Bu gruptakilerin eşleri çoğunlukla azalmış cinsel istek, orgazm sorunu gibi sorunlar yaşarlar.

4-Geç boşalma:

Nadir görülen bir sorundur. Bunun birkaç biçimi mevcuttur. Bir grup hasta her koşulda (mastürbasyon ve uyku dahil ) geç boşalır, diğer bir grup ilişkiye girer ancak mastürbasyonla boşalır. Üçüncü grup ise oldukça uzun bir ilişki süreci sonucu boşalır. Bu gruptaki erkeklerin çoğunluğu genel hayatlarında oldukça kontrollü yaşamaya çalışan özelliktedirler.

5-Ağrılı boşalma:

Çok nadir görülür fiziksel nedenlerin dışında sıkıntı ile bağlantılı olarak, o bölgenin kaslarının spazmından kaynaklanabilir.

6-Cinsel fobi:

Daha karmaşık ve çoğunlukla çocukluk dönemlerinden kaynaklanan sorunlara bağlı olabilir.

ÇOCUKLUK ÇAĞI KANSERLERİNİN YÜZDE 70’İ İYİLEŞİYOR

0 yorum

Çocukluk çağı kanserleri, yenidoğan döneminden ergenlik dönemine kadar her yaşta görülmekle birlikte, çoğu ilk 5 yaşta görülüyor. VKV Amerikan Hastanesi’nden Prof. Dr. Rejin Kebudi, kanser tanı ve tedavisinde kaydedilen önemli gelişmeler sonucunda, günümüzde çocukluk çağı kanserlerinin yaklaşık % 70’inin tamamen iyileşebildiğini ancak erken teşhis ve tam tam teşekküllü onkoloji merkezlerinde tedavinin çok önemli olduğunu söylüyor.

Dünya Sağlık Örgütü verilerine göre, dünyada yaklaşık 25 milyon kişi kanserle yaşıyor, her yıl yaklaşık 11 milyon kişiye yeni kanser tanısı konuyor. Çocukluk çağı kanserleri ise tüm kanserlerin yüzde 2-4’ünü oluşturuyor. Türkiye’de her yıl yaklaşık 3000 çocuğa kanser teşhisi konuyor.

İstanbul Üniversitesi, Onkoloji Enstitüsü, Pediatrik Hematoloji-Onkoloji Bilim Dalı Öğretim Üyesi ve VKV Özel Amerikan Hastanesi Pediatrik Onkoloji Uzmanı Prof. Dr. Rejin Kebudi, çocuklarda görülen kanserler tiplerinin erişkin kanserlerinden farklı olduğunu belirtiyor.

Çocukluk kanserlerinin dağılımları, tedaviye yanıt oranları ve uzun süreli sağkalım açısından erişkin kanserlerinden farklılıklar gösterdiğini söyleyen Kebudi, çoğu ilk 5 yaşta olmak üzere çocukluk çağı kanserlerinin doğumdan ergenliğe kadar heryaşta görebildiğini ve hızlı geliştiğini söylüyor. Ayrıca kemik tümörleri gibi bazı kanserler 10-15 yaşta daha sık görülüyor.

“Uyarıcı bulgu ve belirtileri bilmek önemli!”

Kanser tanı ve tedavisinde kaydedilen önemli gelişmeler sonucunda, günümüzde çocukluk çağı kanserlerinin yaklaşık yüzde 70’inin tamamen iyileşebildiğini vurgulayan Kebudi, “Ülkemizde çocukluk çağı kanserlerinin büyük bir kısmı ileri evrelerde başvurmaktadır. Erken tanı alan olgularda sağkalım oranının anlamlı olarak daha yüksek olduğu bilinmektedir. Bu hastaların erken tanı alabilmeleri, bu konuda eğitimin yaygınlaştırılması ile mümkündür. Bunun için bu hastalıklara ilişkin bulgu ve belirtilerin bilinmesi, hızla tanıya gidilmesi ve bu hastaların tam teşekküllü onkoloji merkezlerinde tedavisi çok önemlidir” diyor.

Çocukluk çağında kanserin erken tanısı için, erişkinlerde kullanılan tarama testlerinin mevcut olmadığının altını çizen Prof. Kebudi, “O nedenle çocukluk çağı kanserlerinde, en sık görülen uyarıcı bulgu ve belirtileri bilmek ve bunların varlığında hızla doktora başvurmak gerekir” diyerek ailelerin dikkat etmesi gerektiğini belirtiyor.

Prof. Dr. Rejin Kebudi, teşhisten sonra aile görüşmesinin büyük önem taşıdığını vurgulayarak “Tanıyı aileye söylemek ayrı bir uzmanlık. Çünkü böyle bir tanı bir anda aileyi ve çevresini yıkabiliyor. Doğru bilgiyi vermek ama bunu verirken hastaya çok iyi yaklaşmak gerekiyor. Hasta ve ailesinin psikolojik destek alması gerekebilir” diyor.

“Çocuk onkoloğu orkestra şefi gibi çalışmalı”

Kebudi, çocuk kanserlerinden korunma ve tedavi konusunda ise şunları söylüyor: ‘‘Günümüzde kansere yakalanan çocukların yüzde 70’i tamamen iyileşebilmektedir. İstatistiklere göre günümüzde gelişmiş ülkelerde her 900 erişkinden biri çocukluk çağı kanser sağkalanıdır. Bu çocukların toplumun sağlıklı birer bireyi olarak uzun bir hayat yaşayabilmeleri için hem etkin tedaviyle çocukları kanserden iyileştirmek, hem de tedaviyi geç yan etkilerin en az olacağı şekilde planlamak gereklidir.

Çocuklarda kanser tedavisi multidisipliner bir ekip işidir. Bu ekipte çocuk onkoloji uzmanı liderliğinde, cerrah, radyasyon onkoloğu, radyolog, patolog, biyokimya ve mikrobiyoloji uzmanları, psikolog, kardiyolog nörolog gibi çocuk uzmanlığının diğer yan dalları, çocuk onkoloji hemşireleri ve gerektikçe diğer branşlar yer alır. Onkoloji alanında dünyada çok hızlı gelişmeler olmaktadır. Çocuk onkoloğu dünyadaki bilimsel gelişmeleri yakından izlemeli, ekibi bir orkestra şefi gibi yönetebilmeli, bilimsel takip ve tedavi yanında, uzun ve zorlu süreçte çocuk ve aile ile yakın ve sıcak bir iletişim kurmalıdır. Kanser tedavisi uzun ve zorlu bir süreçtir. Bu süreçte çocukların psikolojik ve sosyal yönden de desteklenmeleri gerekir. Çocukluk çağı kanserlerinde kesin korunma yolları yoktur. Ancak iyi beslenme ve enfeksiyonlardan korunarak bağışıklık sisteminin güçlenmesi, kimyasal karsinojenlerden (kansere neden olan kimyasal maddeler) ve radyasyondan korunma, doğumsal bozukluklar anne adaylarının kullandıkları ilaçlar ve alkol açısından kontrol altında olmaları riski azaltabilir. Hepatit B aşılaması ile hepatit B virüsünün yol açabileceği habis bazı karaciğer tümörlerinden korunma sağlanabilir. Çocukluk çağı kanserlerine ilişkin bulgu ve belirtiler gözlendiğinde ise, derhal hekime ve kanser şüphesi varsa tam teşekküllü sağlık kurumlarına başvurmak gerekir. Unutulmamalıdır ki, erken tanı ile başarı daha da artmaktadır.”

“VKV Amerikan Hastanesi’nde başarılı çalışmalar yapılıyor”

Tedavide VKV Amerikan Hastanesi’nde çok güçlü bir ekip olarak çalıştıklarını vurgulayan Kebudi, “Amerikan Hastanesi’nde pediatrik onkolojik tedaviler gayet başarı ile yapılabilmektedir. Burada ekip işi çok önemli. Hem ayaktan tedavi edilen hem de yatarak tedavi edilen hastalarımızla ilgili uzman hemşireler de uyum halinde çalışmaktadır. Kemoterapi sırasında da hemşirelerimiz çocuklarımızla özel olarak ilgilenirler” diyor.

Meme hastalıkları (Memenin benign ve malign tüm hastalıkları)

0 yorum

Memede görülen hastalıklar yerleşim ve tutulum lokalizasyonlarına göre gruplandırılırsa ;
Meme derisinde; Epidermal ve sebase kistler, nörofibromatozis, Mondor hastalığı, steatositoma multipleks, inflamatuar karsinoma, deri nekrozu, piyoderma gangrenozum, candidal intertrigo, herpes zoster enfeksiyonu (zona), sifiliz ve melanom görülen hastalıklardır.
Meme başı-areola kompleksinde görülen hastalıklar; Dermatit, meme başı adenomu, hidradenitis süpürativa, leomyom, paget hastalığı.
Majör subareoler duktuslarda; Duktal ektazi, soliter papillomlar, papiller karsinom.
Terminal duktuslarda; Duktal hiperplaziler, multiple periferal papillomlar, radiyal skar ve kompleks sklerozan lezyonlar, duktal adenom, duktal insitu karsinom, invazivduktal karsinom, tubüler karsinom, müsinöz karsinom, meduller karsinom, invaziv kribriform karsinom, adenoid kistik karsinom, yassı hücreli kanser, metaplastik karsinom ve sekretuar karsinom görülebilir.
Meme lobüllerinin hastalıkları; Kistler, galaktosel, juvenil papillomatozis, fibroadenomlar ve kompleks fibroadenomlar, filloides tümör, tubüler adenom, laktasyon adenomu, sklerozan adenozis, lobüler neoplaziler ve invaziv lobüler karsinomdur.
Memenin stromasında ise; Yağ nekrozu, lipom, fibroadenolipom (hamartom), fibrozis, mastit ve meme absesi, pseudoanjiomatöz stromal hiperplazi, sütür kalsifikasyonu, hemanjiom, diabetik fibröz meme hastalığı, ekstraabdominal desmoid tümör, lenfoma, anjiosarkom ve metastatik meme hastalıkları görülür (2).Biz memenin hastalıklarını benign ve malign meme hastalıkları olarak gruplandırdık.
A. MEMENİN BENİGN HASTALIKLARI
Benign meme hastalıkları tüm meme hastalıklarının yaklaşık olarak % 90’ını oluştururlar. Benign meme lezyonları palpe edilebilir olmaları ya da radyografik bulgu vermelerinin yanı sıra bu lezyonları takiben gelişecek meme kanseri riskinin belirlemeleri nedeniyle de önemlidir .
1. Fibrokistik Hastalık
En sık görülen meme hastalığıdır . Kadınların büyük bir kısmında puberteden sonra gelişen parankimal bir değişikliktir. Klinik spektrumu oldukça geniştir. Asemptomatik olabilir, hasta ağrı, hassasiyet veya değişik boyutlarda memede ele gelen kitle şikayeti ile gelebilir.Fibrokistik hastalıkta fibröz bağ dokusunda aşırı bir proliferasyon, duktus epitelinde ve lobüllerde hiperplazi gibi değişiklikler görülebilir. Bunlar ayrı ayrı veya hepsi bir arada bulunabilir. Fibrokistik hastalıktaki mammografi bulguları şu şekillerde görülür;Kistlerin ön planda olduğu formlarda; kistler radyolojik olarak düzgün, yuvarlak, ovoid şekilli ve keskin konturludur. Multiloküle kistler ise lobüle konturludur. Çok sayıda küçük kist, epitelial ve fibröz proliferasyonla birlikte olduğu zaman mammografilerde nodüler bir pattern oluştururlar. Kistlerin duvarında yarımay biçiminde kalsifikasyonlar izlenebilir. Ultrasonografide basit kistler, keskin konturlu, tümüyle anekoik, ince duvarlı, internal eko veya septa içermeyen lezyonlardır (2,50). Meme kistleri kompresyonla şekil değişikliği gösterebilir. Kistlerde posterior akustik şiddetlenme izlenir. İçerisinde ekoların görülmesi komplike kist olduğunu düşündürür. Bu görünüm proteinöz materyale, enfeksiyona veya kanamaya bağlı olabilir. Kist içerisinde solid komponent olması intrakistik papillom, papiller karsinom veya hemorajik kisti düşündürür. Böyle lezyonlarda ince iğne aspirasyon biopsisi veya tru-cut biyopsi endikasyonu vardır .Meme kistleri 35-50 yaş arasında perimenapozal dönemde oldukça sık görülen lezyonlardır. Meme kistleri meme lobüllerinden kaynaklanan içi sıvı dolu lezyonlardır. Fibrokistik hastalığın en sık komponenti olduğu gibi, soliter kistler de görülür.Fibröz değişikliklerin ön planda olduğu şekillerde meme parankimi homojen ve yoğun görülür.Epitelyal hiperplazinin belirgin olduğu şekillerde (terminal duktal hiperplazi ve lobüler hiperplazi) sklerozan adenozis denilen ileri aşamasında memede diffüz nodüler yoğunluk artışının eşlik etttiği dağınık küçük kalsifikasyonlar mevcuttur. Bu form daha az sıklıkta görülür. Çoğunlukla bilateral ve simetrik olmasına rağmen lokalize formuda vardır ve maligniteyi taklit edebilir .
2. Fibroadenom
Fibrokistik hastalıktan sonra en sık görülen meme hastalığıdır. Fibroadenomlar puberteden sonra ve genellikle 25-30 yaşından önce ortaya çıkan östrojene duyarlı yavaş büyüyen benign tümörlerdir. 30-35 yaşından küçük kadınlarda en sık rastlanılan meme kitleleridir. Olguların % 10-20 si multipl olup, bilateral olabilir. Gebelik ve laktasyon sırasında boyutları artarken, menapozdan sonra geriler .Fibroadenomların histolojik olarak iki tipi vardır. Bağ dokusunun duktus lümenine doğru proliferasyon gösterdiği intrakanaliküler tip, stromal doku proliferasyonun duktus lümeni dışında kaldığı perikanaliküler tip.Mammografilerde fibroadenomlar düzgün ve keskin konturludur. Küçük olduklarında (1-2 cm) yuvarlaktırlar ve kistlerden ayrılamazlar. Daha büyük boyutlu fibroadenomlar nodüler, oval veya lobüle konturludur , % 10-% 20 oranında birden fazladır. Fibroadenomlar dejenere olmaya başladıktan sonra stromal dokunun mukoid dejenerasyona ve hyalinizasyona gitmesi ile birlikte kaba kalsifikasyonlar görülür. Yumuşak doku komponenti kaybolunca geriye dejenere fibroadenomlar için tipik olan pop-corn tipi amorf ve kaba kalsifikasyonlar kalır .Ultrasonografide fibroadenomlar düzgün ve keskin konturlu, izo veya hipoekojen görünümde, homojen yapıda ve oval kitlelerdir. Bazen posterior akustik şiddetlenme gösterirler. Fibröz komponenti fazla olan fibroadenomlar daha hiperekojen yapıdadırlar, posterior akustik gölgelenme izlenebilir. Kalsifikasyon içerdikleri takdirde heterojen eko patterni gösterirler .
3. Juvenil Fibroadenom
Puberteden hemen sonra görülen ve çok hızlı büyüyen dev fibroadenomlardır. Histolojik ve radyolojik özellikleri diğer fibroadenomlara benzer. Bazen dev boyutlara ulaşıp tüm memeyi kaplayabilirler, hızlı büyüme göstermelerine karşın malign potansiyel taşımazlar .
4. Sistosarkoma Filloides
Malign potansiyel taşıyan, büyük, lobüle keskin sınırlı, homojen-heterojen eko yapısında solid kitledir. İntrakanaliküler fibroadenomun dev bir formudur. Fibroadenom ile farkı boyut ve hücre sayısıdır. Sistosarkoma filloides büyük kavernöz yapılar şeklinde kistik alanlar, dejenerasyon ve kanama odakları içerir. Çoğu benign karakterde olup % 5 den az oranda malign transformasyon gelişebilir. Malign türlerinde tümör stroması fibrosarkoma çok benzer .Sistosarkom, küçük boyutlarda olduğu zaman kliniği ve radyolojisi aynı fibroadenom gibidir. Ayırıcı tanıda boyut dışında belirgin radyolojik bir kriter yoktur. Fibroadenoma benzer bir tümörün boyutu 6-8 cm yi aşıyorsa sistosarkoma filloides akla gelmelidir.
5. İntraduktal Papillom
Papillom en sık subareolar alandaki geniş duktusların içerisinde gelişir. Memenin papiller lezyonları biyopsi yapılan benign meme neoplazmlarının % 10’ undan daha azı ve meme karsinomlarının % 1-2 sine karşılık gelir. Memenin papiller lezyonları benign veya malign olabilirler . En sık görülen benign papiller meme neoplazmı papillomadır. Soliter intraduktal papillom sıklıkla meme başı akıntısıyla ortaya çıkan, memenin yaygın benign neoplazmıdır. Klasik olarak konvansiyonel galaktografi ile tesbit edilir . Malign papiller lezyonlar ise papiller DCİS ve invaziv papiller karsinomadırİntraduktal papillomlar hiperplastik yapıda diffüz papiller oluşumlardır. Duktus içerisinde epitel proliferasyonu ile karakterize lezyonlardır. Her yaşta ancak en sık geç reprodüktif ve postmenapozal dönemde görülürler. İntraduktal papillom serösanginöz meme başı akıntısının en önemli nedenidir. Duktal epitelin hiperplastik proliferasyonu olup duktal sistem içinde her yerde ve çok sayıda görülebilirler. Tek veya çok sayıda olabilirler. Tek intraduktal papillomun en belirgin semptomu meme başı akıntısıdır. Genellikle subaraeoler bölgedeki büyük duktuslara yerleşmiştir. Geniş tabanlı ve pedinküllü olduklarında büyük duktusları genişletip tıkayabilirler. İleri derecede duktal dilatasyon kist ve intrakistik papillom formasyonuna neden olabilir. İntraduktal papillomun postmenapozal dönemde malign dejenerasyon riski vardır. Papillomlar bazen küçük punktat kalsifikasyonlar içerirler. Bu küçük kalsifikasyonlar malign mikrokalsifikasyonlarla karışabilr. Galaktografide intraduktal papillomlar dilate duktusların içinde dolum defektleri ve duvar düzensizliği olarak ultrasonografide de intraluminal vejetasyonlar şeklinde görülürler. H.D. Sarah ve arkadaşlarının yaptığı 23 vakalık bir çalışmada non-invaziv bir görüntüleme yöntemi olan MR galaktografi yöntemiyle de soliter intraduktal papillomlara tanı konabilmektedir .
6. Lipom
Lipomlar asemptomatik, yavaş büyüyen, düzgün konturlu, mobil kitlelerdir. Mammografide ince yoğun bir kapsül ile çevrili düzgün konturlu radyolusend lezyon olarak görülür. Tamamen yağlı memelerde lipomu seçebilmek zordur. Lipomlarda kalsifikasyon çok nadir izlenir. Ultrasonografik olarak düzgün ve keskin konturlu, çok az posterior akustik şiddetlenme gösteren, orta derecede homojen yapıda ve yağ ile eş ekojenite gösteren lezyonlardır .
7. Fibroadenolipom (Hamartoma)
Lipomun oldukça nadir bir varyantıdır. Lipomatö dokunun içerisinde fibröz ve adenomatöz doku proliferasyonları mevcuttur. Lezyon ince bir kapsülle çevrilidir. Mammografik olarak yuvarlak veya ovoid, keskin sınırlı ve düzgün konturlu, nonhomojen, iç yapısı salam dilimine benzer, stromal meme lezyonlarıdır . Ultrasonografide konturları düzgün, içerdiği yağ ve glandüler komponentlere bağlı olarak heterojen eko patterninde kitleler olarak izlenirler .
8. Memenin Yağ Nekrozu
Memede yağ nekrozu genellikle travmaya sekonder gelişir. Biyopsi veya operasyon geçirmiş memelerde sıklıkla görülür. Böyle durumlarda hücrelerden lipidin salınımına sekonder gelişen yağ içeren bir kavite ve etrafında fibröz doku oluşur. Meme stromasının lezyonudur. Yağ nekrozunun mammografik görünümü çeşitlilik gösterir. Düzgün konturlu yağ kistinden düzensiz konturlu kitleye kadar değişiklik gösteren formları vardır. Yağ kistlerinin kapsülü yumurta kabuğu şeklinde kalsifikasyonlar içerir. Yağ nekrozunun neden olduğu düzensiz konturlu lezyon ciltte kalınlaşma retraksiyon ve parankimal distorsiyona sebebiyet vererek meme kanserini taklit edebilir. Yağ nekrozu ultrasonografide düzensiz sınırlı posterior akustik gölge ve şiddetlenme gösteren, heterojen yapıda , yağ ile eş ekojenitede küçük fokal lezyon şeklinde görülür .
9. Hematom
Hematomlar en sık memeye yapılan cerrahi müdahale veya biyopsilerden sonra görülür. Mammografide düzensiz konturlu bir kitle ile çevresindeki stromal dokuda yoğunluk artışı izlenir. Daha ileri aşamalarında ise düzgün konturlu kitleye veya hemorajik kiste dönüşür. Beraberinde cilt kalınlaşması trabeküler patternde kabalaşma da görülebilir. Hematomlar genellikle bir kaç hafta içinde yerinde skar dokusu veya distorsiyon bırakarak kaybolurlar. Hematomlar veya kalan skar dokusu nadiren kalsifiye olur.Ultrasonografik görünüm hematomun evresine göre değişir. Erken dönemde belirgin kontur çizmeyen hiperekojen alandır. Geç dönemde ise düzgün konturlu posterior akustik şiddetlenme gösteren eko yapısı homojen olan ve seviyelenme gösteren anekoik bir lezyona dönüşür .
10. Mastit ve Abse
Akut mastit genellikle laktasyonda görülen memenin enfeksiyonudur. Abse ve diğer kronik hastalıklarla da ilişkilidir. Radyolojik görünümü inflamatuar karsinomu taklit eder. Yaygın parankimal yoğunluk artışı, cilt kalınlaşması ve aksiller LAP bulguları saptanır. Akut abse antibiyotik tedavisine hızlı bir şekilde yanıt verir. Mammografik olarak abse düzensiz konturlu kitle, çevresinde distorsiyon ve cilt kalınlaşması şeklinde görülür (2).Ultrasonografide abse düzensiz konturlu, solid ve kistik komponentler içeren posterior akustik gölgelenme veren, heterojen yapıda, ekojen ve anekojen alanlar içeren bir lezyondur.Kronik mastit, yaşlı kadınlarda görülen memenin aseptik enflamatuar bir lezyonudur. Bu hastalığa plazma hücreli mastit adı verilir. Olaylar duktuslar içerisindeki sekresyonun, periduktal bağ dokusuna sızması sonrası ortaya çıkar. Radyolojik olarak tipik kaba, lineer, yuvarlak ve oval kalsifikasyonlar görülür. Aynı zamanda subareolar bölgede yoğunluk artışı vardır .Granülomatöz mastit (granülomatöz lobülit) etyolojisi bilinmeyen, klinik olarak meme kanserini taklit eden, memenin nadir görülen inflamatuar bir hastalığıdır. Çoğunlukla genç kadınlarda ve hamilelikten sonra 6 yıl içinde görülür. Mammografik olarakta meme kanserini taklit eden hastalığın ultrasonografik görüntüsü (multipl gruplar halinde tubuler hipoekoik lezyonlar, bazen de geniş hipoekoik kitleler) tanıyı düşündürür.Meme absesi de genellikle laktasyondaki hastalarda oluşur, çoğunlukla retroareoler yerleşimlidir. Ultrasonografide düzensiz sınırlı, mikst eko patterninde ya da nisbeten düzgün konturlu, düşük ekolu ve posterior akustik güçlenmesi bulunan kitle şeklinde izlenir .
11. Adenozis
Adenozis memenin glandüler elemanlarını ilgilendiren bir lezyonu tarif eder. Mammografilerinde benign kalsifikasyonlar izlenir. Sklerozan adenozis ve mikroglandüler adenozis olmak üzere iki tipi vardır.
12. Galaktosel
İçerisinde süt dolu meme kistleridir. Süt veren veya hamile kadınlarda palpable kitle izlenir, laktasyondan sonra yıllarca görülebilir. Multiple, uni ya da bilateral olabilirler. Tanı aspirasyondan sonra konur. Mammografide değişik dansitede düzgün yuvarlak kitleler şeklinde izlenir. Ultrasonografide iyi sınırlı anekoik kist görünümündedir. Posteriorunda akustik kuvvetlenme ve gölgelenme vardır .
13. Fibrom ve leomyoma
Fibroma iyi huylu ve düzgün konturludur ve memenin glandüler dokusunda yer alırlar. Leomyoma memenin nadir görülen nonepitelyal tümörlerinden biridir. Meme başında gelişen nipple leomyomaların damar çeperindeki (vasküler leomyom) ya da derideki düz kaslardan (yüzeysel-kütanöz leomyom) geliştiği düşünülmektedir . Meme parankimindeki leomyomlar çok nadirdir .
14. Duktal Ektazi (Plazma Hücreli Mastit)
Memenin subareoler bölgesindeki toplayıcı kanallarının dilatasyonu ve etraflarında iltihabi reaksiyon ve fibrozis ile karakterizedir. İlk şikayet meme başı akıntısıdır. Koyu ve renkli bir akıntı oluşur. Hastalık ilerledikçe periduktal fibrozis ve iltihabi lenfosit infiltrasyonu oluşur. Genişleyen duktuslar palpasyon ile hissedilebilir. İleri dönemlerde gelişen fibrozise bağlı olarak meme başı retraksiyonu görülebilir . Ultrasonografide dilate subareoler duktuslar ve hiperekoik periduktal fibrozis izlenir.
15. Hemanjiom
Memenin stromal vasküler lezyonudur. Mammografide iyi sınırlı, makrolobüle kitle ile beraberinde punktat kalsifikasyonlar izlenir, % 1.2-11 oranında görülür .
16. Radyal Skar ( Benign sklerozan duktal lezyon ) ve kompleks sklerozan lezyonlar
Radyal skarın sklerozan adenozisin bir varyantı olduğu düşünülmektedir. Santral skleroz ve değişen derecelerde epitelyal proliferasyon, apokrin metaplazi ve papilloma formasyonu ile karakterizedir. Radyal skarlar 1 cm üzeri büyüklükte ise kompleks sklerozan lezyon adını alır. Sklerotik bir merkeze uzanan tubüler çizgisel yapılardan oluşur. Lezyonun periferindeki duktuslar fibrokistik değişiklikler gösterirler. Radyal skarın önemi radyolojik olarak tubuler meme kanserine çok benzemesinden kaynaklanır. Bazı yayınlarda bu iki patolojinin beraber olduğunu ve radyal skarların mutlaka çıkarılması gerektiğini savunmaktadır. Radyal skarın diğer spiküle malign lezyonlardan ayırıcı özellikleri santral radyolusend alan içermesi, cilt ve meme başı retraksiyonu yapmamasıdır. Ancak bunlar malignite yönünden klinik şüphe varlığında biyopsi gereğini ortadan kaldırmaz .
17. Fokal Meme Fibrozisi
Memenin fokal fibrozisi skarlar veya diabet mastopatisi ile ilgilidir. Memeye yönelik girişimsel işlemlerden sonra oluşabilir. Fibrozis sıklıkla mammografi ve ultrasonografilerde nonkalsifiye lezyon şeklinde görülür.
18. Lenfatik Filariazis
Lenfatik filaryazis bir nematod parazit olan Wuchereria Bancrofti tarafından meydana gelir. Memede çok nadir görülmektedir. Ancak meme alşılan tutulum yeri değildir.
B. MEMENİN MALİGN HASTALIKLARI
Meme kanserleri kadınlarda görülen en sık kanserdir, kansere bağlı ölümlerin % 17’ si meme kanseri nedeniyle oluşmaktadır.
Herediter bazı sendromlar varlığında da meme kanseri görülme sıklığı artar . Bu sendromlardan bazıları şunlardır.
Herediter meme-over kanseri sendromu: Bu sendromlu tüm kişilerin mutant BRCA1 geninin taşıdığı kabul edilmekte ve 70 yıllık yaşam boyunca meme kanseri oluşma riski de % 85 olarak hesaplanmaktadır.
Bölgeye spesifik herediter meme kanseri: BRCA2 geniyle yakın ilşkili olan bu sendromda hastalık premenopozal dönemde erken yaşta ortaya çıkmakta ve billateral başlangıç göstermektedir. Bu kişilerde meme kanseri oluşma riski % 90 olarak hesaplanmıştır .
Li-Fraumeri sendromu: 1969 yılında tarif edilen otozomal dominant bu sendromda meme kanseri ile birlikte çeşitli maligniteler ailenin değişik bireylerinde ortay çıkmaktadır. Aile bireylerinde yumuşak doku sarkomları, beyin tümörleri, lösemi ve akciğer kanserleri, adrenal korteks tümörleri görülebildiği için SBLA sendromu olarak adlandırılan bu sendromda yumuşak doku sarkomu veya osteosarkoma tanılı çocukların annelerinde meme kanseri ortaya çıkmaktadır .
Cowden Sendromu: Otozomal dominant nadir bir sendrom olup, iskelet sistemi anomalileri, multipl mukokütanöz hamartomlar, gastrointestinal sistem tümörleri, tiroid tümörü ve memede fibrokistik değişiklikler birarada görülür. Bu sendroma sahip kadınların yaklaşık yarısında meme kanseri gelişmesi riski vardır, % 25 oranında da bilateral meme tümörü gelişebilir.
Muir Sendromu: Multiple cilt tümörleri ve gastrointestinal sistemin multipl selim ve habis tümörleri ile seyreden otozomal dominant geçişli nadir bir sendromdur. Bu sendromda kadınlarda özellikle menapoz sonrası dönemde olmak üzere meme kanseri oluşma riski oldukça yüksektir .
Kadınlarda meme kanseri gelişim riskini artıran faktörler vardır. Meme kanseri erkekler göre kadınlarda yüz kat daha fazla izlenir.
Yaş; yirmi yaşın altında ise meme kanseri oldukça nadirdir. 20 yaş sonrasında insidans giderek yükselir ve 45-55 yaşlar arasında plato yapar. 55 yaşından sonra insidansta hızla yükselme izlenmektedir .
Yaşlara göre kadınlarda meme kanseri görülme sıklığı şöyledir:25 yaşında...........................................19.608 kadından birinde30 yaşında.............................................2.52535 yaşında................................................62240 yaşında................................................21745 yaşında..................................................9350 yaşında..................................................5055 yaşında..................................................3360 yaşında..................................................2465 yaşında..................................................1770 yaşında..................................................1475 yaşında..................................................1180 yaşında..................................................1085 yaşında.............................…....................986 yaş ve üzeri yaşlarda.........................8 kadından birinde meme kanseri gelişecektir (National Cancer Institude, Surveillance, Epidemiyology, and Results Program & American Cancer Society, 1993).
Soygeçmişinde (aile hikayesinde) özellikle anne veya kızkardeşlerinde meme kanseri olan kadınlarda risk daha fazladır. Bunlarda hastalık ortalama 10-12 yıl daha erken çıkar. Meme kanseri olan hastalarda karşı memede kanser geliştirme riski de belirgin şekilde artmıştır. Meme kanserli ailelerde bilateral meme kanseri vakaları insidansı da artmıştır. Özellikle ailede bilateral meme kanser görülmesi genç yaşta meme kanserine yakalanma riskini artırmaktadır. Önceden yapılan meme biyopsilerinde sellüler atipi, atipik duktal hiperplazi, lobüler neoplazi, juvenil papillomatozis görülen kadınlarda meme kanseri riski artmıştır . Kan grubu 0 olanlarda benign meme hastalıkları, over kistleri ve genç yaşlarda meme kanseri gözlenmiştir.
Bir çok çalışma geciken menarşın meme kanseri riskini 1/3-1/2 oranında azalttığını göstermiştir. 12 yaşından önce menarş ise insidansı 2 kat artırmaktadır. Erken menarş meme kanseri gelişiminde bir risk faktörüdür Hiç doğum yapmamış kadınlarda insidansta artış gözlenmiştir. İlk gebeliği 30 yaşından sonra olan kadınlarda meme kanserine yakalanma riski, 18 yaşından sonra ilk gebeliği olanlardan daha yüksektir. Geç menapoza giren kadınlarda da insidans artmış olarak izlenir Yüksek östrojen ve progesteron hormon düzeylerinin meme kanseri riskini artırdığı gözlenmiştir . Postmenapozal dönemde yapılan düşük doz hormon replasman tedavisinde ciddi bir risk artışı izlenmemiştir. Ancak yüksek doz hormonun 10-15 yıl ve daha uzun süreli kullanımında meme kanseri riskini 2-3 kat artırdığı görülmüştür. Postmenapozal hormon replasman tedavisi (HRT) alan kadınların mammografilerinde kadınların % 25’inin mammografilerinde meme dansitesinde artış tesbit edilmiştir . Hormon replasman tedavisi % 36 vakada memelerde ağrıyı indükler, % 17-32 vakada mammografik değişiklikler izlenir.
Coğrafi bölgeler arasında da meme kanseri insidansı yönünden belirgin fark görülmüş olup; Hollanda’ da yüzbinde 24.19, A.B.D’ de yüzbinde 21.38 iken, Japon kadınlarda yüzbinde 3.76 olarak hesaplanmıştır. Çevresel faktörlerin etkin olduğu, Amerika’ ya göç eden Japon kadınlarda insidansın arttığı izlenmiştir. Pestisitlere maruz kalanlarda da meme kanseri riski artar . Diyetle yağ ve kolesterol alımı çok önemlidir. Kişi başına düşen yağ tüketimi ile meme kanseri arasında direkt korelasyon bulunmuştur. Bu ilişki postmenapozal kadınlarda, premenapozal kadınlara oranla daha şiddetlidir. Postmenapozal obesitede ve kronik alkol kullananlarda da risk artar.
Radyasyon meme kanserinde de risk faktörüdür. Atom bombasından sonra iyonizan radyasyona maruz kalanlar, postpartum mastit nedeniyle radyoterapi uygulanmış kişiler, tüberküloz nedeni ile floroskopi ile takip edilen hastalar ve radyasyona maruz kalan hayvan modellerinde meme kanseri riskinin arttığı gözlenmiştirSon yıllarda yapılan genetik çalışmalar, özellikle premenapozal meme kanserinin etyolojisinde genetik faktörlerin ön plana çıktığını göstermiştir. Mutasyona uğramış BRCA1 ve BRCA2 genlerini taşıyanlarda meme kanseri riski belirgin artmıştır. Bu genler 17 ve 13. kromozomlar üzerinde yerleşmiştir ve genleri taşıyanlarda yaklaşık % 85 oranında meme kanseri görülür. Tüm meme kanserlerinin % 5 ’inde de BRCA1 ve BRCA2 genleri pozitif bulunmuştur 13. Kromozomda bulunan resesif Retinoblastoma geni bir tümör supressör gendir, bu kromozomda heterojenitenin kaybı premenapozal meme kanserine neden olmaktadır. Kolon kanserinde olduğu gibi 17. kromozomdaki P53 supressör geni de meme kanseri gelişmesinde önemli bir gendir, genin kaybı ile meme kanseri arasında ilişki olduğu gösterilmiştir. Yine erb-B-2 onkogeninin meme ve over kanseri prognozunu belirlemede önemli bilgiler verdiği gösterilmiştir .
Meme kanserlerinde majör risk faktörleri aile hikayesi, önceki hikayede meme kanseri olması, genetik olarak yatkınlık, BCRA1 ve BCAC2 genlerini taşıması, önceden geçirilen diğer benign meme hastalıklarıdır . Benign meme hastalıklarından, fibrokistik hastalık, solid veya papiller orta derecede hiperplaziler, fibrovasküler nüveli papilloma, atipik duktal veya lobüler hiperplaziler, neoplaziler (lobüler Karsinoma insitu) ile meme kanseri birlikteliği fazladır .
Minör risk faktörleri ise, erken menarş, geç menapoz, obesitesi olan postmenapozal kadınlar, alkol alımı, düşük doz radyasyon, diabetes mellitus. ileri yaş, ilk doğumunu geç yaşta yapan kadınlar, pestisitlere maruz kalma, uzun süreli oral kontraseptif ilaç alımı .
Meme kanserlerinin histopatolojisinin incelendiğinde; % 90’ının duktus epitelinden, % 10’unun lobül epitelinden köken aldığı görülür . Meme karsinomlarının klasik mammografik görünümü belirsiz ve düzensiz sınırlı bir kitledir. Lezyonun dansitesi meme parankiminden yüksek veya ona eşittir. Lezyonun kenarında ince lineer spiküler uzantılar bulunur. Mammografide spiküler uzantıları bulunan kitle infiltratif meme kanserinin tipik görüntüsüdür .
Meme kanserinin karakteristik ultrasonografik görünümü, düzensiz ve belirsiz konturlu, hipoekoik, heterojen iç eko yapısında, solid kitle şeklindedir . Lezyon posteriorunda % 40-60 oranında geniş bir akustik gölge izlenir. Tümör çevresinde invazyon veya desmoplastik reaksiyon bulgusu olan değişik kalınlıkta ekojen rim (halka) izlenebilir. Meduller ve kolloid tipteki karsinomlar düzgün veya lobüle konturlu, belirgin sınırlı lezyonlar şeklinde görülebilir. Bazen fibroadenomdan ayırt edilemeyecek düzeyde benign görünümlü olabilir. Tümörlerde US ile meme cildindeki kalınlaşma kolaylıkla değerlendirilebilir. Kalınlaşmış cilt daha ekojen görülür. Makrokalsifikasyonlar, posterior akustik gölgelenmesi bulunan ekojen foküsler olarak izlenir. Küme oluşturan mikrokalsifikasyonlar yüksek rezolüsyonlu ultrasonografi cihazlarında izlenebilir.
Memesinde ele gelen kitle olan kadınlarda malignensi tespit etme oranı (15.2/1000 muayene), memede ele gelen kitlesi olmayanlara göre (2.8/1000) daha yüksektirMeme kanserleri sınıflandırılması klinik veya histopatolojik olarak yapılmaktadır .
I. NON-İNFİLTRATİF MEME MALİGNİTELERİ
1. Duktal Karsinoma in situ
Memenin primer malign neoplazmıdır. DCIS tüm meme kanserlerinin % 0.8-5’ ini oluşturur. Teşhis konulduğunda genellikle klinik olarak palpe edilebilir dönemdedir. Bu lezyonlar duktusun içerisinde çoğalarak duktus boyunca yayılırlar ve bazal membranı aşmazlar . İntraduktal karsinomların % 60’ ı kalsifikasyon içerir, mammografide karakteristik olarak pleomorfik küme yapan mikrokalsifikasyonlar ile saptanabilirler . Nadiren palpasyon bulgusu verirler. Tümöral epitel hücrelerindeki farklılıklara göre üç tipe ayrılırlar. Komedo, kribriform ve papiller tip.
Komedokarsinoma en malign tiptir. Tarama mammografilerinin amacı meme kanserinin erken evrede yakalanmasıdır . 1980 li yıllardan önce duktal karsinoma insitu (DCİS) olguları malign meme lezyonlarının % 3-5 ini oluştururken bugün bu oran % 20 nin üzerindedir. Bu artış tarama mammografilerinin yaygın kullanımına bağlıdır. DCİS vakalarının % 40-70’ i okkülttür ve % 65 olguda mikrokalsifikasyon bulunur. Üç tipi bulunan DCİS nun komedo tipinde mikrokalsifikasyon daha sıktır. Kalsifikasyonların granüler ve vermiküler tip olarak iki tipi vardır. Granüler tiplerinin şekli yuvarlak ve sınırları düzensizdir. Epitel ya da kanal içerisinde yer alırlar. Kanal içindekiler proliferasyona bağlı olarak sünger görünümündedirler. Vermiküler tip içinde yer alan kalsifikasyonlar polimorf karakter gösterirler ve daha çok komedo DCİS tipinde izlenirler. Dallanmış mikrokalsifikasyonlar V, X, Y ve Z harfleri şeklinde olabilir. Mikrokalsifikasyonlar intraduktal hücrelerin nekrozuna sekonder oluşmuş kalsifikasyonlardır . Tarama mammografilerinin yaygın olarak kullanıma geçmesi ile DCİS’ ların mammografik olarak tesbit sayısında artış görülmüştür. Yapılan çalışmalarda mammografik olarak taranan hastalardaki tesbit edilen kanser olgularının % 15-25’ i DCIS’ dur.
İnvaziv kribriform kanser tüm meme kanserlerinin % 1.7- % 3.5’ ini oluşturur. Mammografide iyi sınırlı , kalsifikasyonlar içerebilen lezyonlar şeklinde izlenirler
2. Lobüler Karsinoma in situ
Histopatolojik olarak terminal duktuslarda ve asinüslerde proliferasyonla beraber kohezyon kaybı ve az sayıda mitoz gösteren oval veya yuvarlak çekirdekli hücrelerdir. Lobüler karsinoma in situ çoğunlukla benign veya malign bir lezyona yönelik yapılan meme biyopsilerinde tesadüfen saptanır.Tüm kanserlerin % 1-6 sını noninvaziv kanserlerin % 30 unu oluşturur. Multifokal ve bilateral olup genellikle mammografik ve klinik bulgu vermez. Lobüler karsinoma in situ saptanan hastalarda infiltratif duktal ve infiltratif lobüler karsinom gelişme riski normal popülasyona göre 9 kat daha fazladır
II. İNFİLTRATİF MEME MALİGNİTELERİ
1. İnfiltratif Duktal Karsinom (Skiröz Karsinom)
Duktal karsinomlar bazal membranı tahrip edip geçtiğinde infiltratif karsinom olarak adlandırılır. Meme kanserlerinin % 65-75’ inden fazlasını oluşturur. Prognozu en kötü olan meme kanseridir. Multisentrik veya bilateral olabilir. Epitelyal ve stromal komponentlerden oluşur. Fibröz stromal komponent tümörün karakteristik klinik ve mammografik özelliklerini verir. Mammografide spiküler uzantıları bulunan kitle lezyonu şeklinde izlenir. İnfiltratif duktal karsinom gross görünümlerine göre genel olarak ikiye ayrılır; Stellat ve sınırlı.Stellat (yıldız şeklinde) karsinomlarda aksiller metastazların daha sık olduğu saptanmıştır. İnfiltratif duktal karsinomların güneş şeklindeki görünümleri daha tipiktir ve tümörün çevresindeki fibrotik yanıttan dolayı bunlar skirro karsinom olarak adlandırılmaktadır. Skirrö karsinomda fazla miktarda fibröz stroma ile elastin bulunur. Mammografilerde izlenen spikülasyonların bir kısmını bunlar meydana getirmektedir .
İnfiltratif duktal karsinomlar klasik olarak US de düzensiz ve belirsiz konturlu, heterojen ve düşük ekolu kitle şeklinde izlenir. % 40-60 oranında posterior akustik gölgelenme vardır
2. İnfiltratif Lobüler Karsinom
Meme malignitelerinin % 7-10 unu oluşturur. Bilateral ve multisentrik olma sıklığı infiltratif duktal karsinomdan iki kat fazladır, % 20 oranında bilateraldir Mammografilerde daha çok parankim yapısında bozukluk şeklinde görülür. Histolojik veya mammografik olarak infiltratif duktal karsinomu taklit edebilir. Mammografide özellikle belirgin kontur çizmeyen asimetrik dansiteler şeklinde görülmekle beraber parankimal distorsiyon veya silik düzensiz sınırlı tümöral kitleler olarak ta karşımıza çıkabilirler. Bu kanser türünde bazen mammografik olarak bulgu saptanamayabilir, ayrıca hastalar klinik olarak asemptomatik olabilir, böylece fizik muayene ve mammografi incelemelerinde gözden kaçırılabilir. Bu gibi durumlarda ultrasonografi gibi diğer teknikler kullanılmalıdır . Okkült lobuler kanserlerde son zamanlarda MR görüntüleme yöntemi ile lezyon gösterilebilmektedir
3. Meduller Karsinom
Tüm meme kanserlerinin % 5-7’ sini oluşturur. Mammografide iyi sınırlı kitle görünümündedir . Duktal tip kanserlere göre daha genç hasta grubunda görülür. 35 yaşından genç kadınlarda görülen meme tümörlerinin % 11’ i meduller kanserdir. Düşük grade’li ve iyi prognozlu tümörlerdir. Mammografik olarak meduller karsinomlar genellikle yuvarlak ve oval, lobüle konturlu, kalsifikasyon içermeyen homojen dansitede kitlelerdir. Ultrasonografik incelemede lobüle konturlu ve yer yer silik sınırlı olup, nisbeten homojen eko patterninde, posterior akustik şiddetlenme gösterirler . Aksiller lenf nodları meduller karsinomlarda reaktif olarak büyüyebilirler ve bu durum klinik evrelendirmede yanıltıcı olabilir
4. Kolloid Karsinom ( Müsinöz karsinom )
Genellikle ileri yaş kadınlarda görülürler. Tüm meme kanserlerinin % 1-7’ sını oluşturur . Genç yaş grubunda %1, 75 ve üzeri yaş grubunda ise % 7 oranında görülür (2). Tümör yavaş büyür ve gelişir, prognozu iyidir ve lenf nodu metastazı hemen hiç görülmez. Mammografilerde oldukça iyi sınırlı kitleler şeklinde izlenir. Düzgün konturlu, kalsifikasyon veya desmoplastik reaksiyon göstermeyen kitlelerdir. Patolojik olarak tümör bol miktarda müsinöz materyal ile çevrili karsinom hücrelerinden oluşur. Kolloid kanser kitleleri ultrasonografide düzgün veya hafifçe düzensiz konturlu, posterior akustik şiddetlenme gösteren homojen veya nonhomojen yapıda hipoekojen lezyonlardır .
5. Tubüler Karsinom
Meme kanserlerinin % 2 sini oluşturur. Tümör dokusunun % 75’i tubüler yapılardan oluşan infiltre duktal karsinomadır . Tümör içerisinde tubül formasyonu izlenir . Prognoz oldukça iyidir. Uzun spikülasyonlar ve mikrokalsifikasyonlar içeren küçük tümörlerdir ve boyut ortalaması yaklaşık 1 cm bulunmuştur. Histopatolojik olarak tümör, yoğun elastik stroma içinde dağınık yerleşimli tubüllere benzeyen iyi diferansiye tümöral yapılardan oluşmuştur. Tubüller % 60 oranında mammografik olarak tespit edilen mikrokalsifikasyonlar içerirler. Tubüler karsinomların aksiller lenf nodu metastazları daha az görüldüğünden ve prognozu daha iyi olduğundan bu tip meme kanserlerinin erken teşhisi özellikle önemlidir . Patchefsky ve arkadaşlarının yaptığı tarama mammografi çalışmasında buldukları 636 meme kanser vakasının % 10’ u tubüler karsinomadır .
6. Adenoid Kistik Karsinom
Adenoid kistik karsinoma genellikle tükrük bezlerinde görülen adenokarsinomanın nadir bir varyantıdır. Ancak bu formdaki tümörler meme, trakeo-bronşial ağaç, uterin serviks, larenks ve bartolin bezinde de görülür. Meme kanserlerinin % 1 den daha küçük bir bölümünü oluşturur. Aksiller lenf nodu tutulumu ve uzak metastazlar nadir görülür. Mammografide diğer benign ve malign tümörlere benzer yuvarlak, lobule nodüller şeklinde görülür .
7. İnfiltratif Papiller Karsinom
Tüm meme kanserlerinin % 1-2’ sini oluşturur. Ortalama yaş 63-67 dir. Mammografide geniş ve iyi sınırlı kitleler halinde izlenirler, makrolobülasyon izlenebilir, tek veya multiple sahalarda mikrokalsifikasyonlar sıktır. Ultrasonografide ise kompleks kistik kitle görülür .
9. Paget Hastalığı (Meme başı karsinoması)
Paget hastalığı meme başının kronik ekzamatoid görünümü ile beraber santral duktal karsinomun bulunmasıdır. Paget tüm meme kanserlerinin % 1-5’i oranında izlenir . Genellikle unilateraldir. Meme başında yanma, kaşınma ve ağrı ile başlar. Hiperemi ve ülserasyon meydana gelir. Cilt lezyonu genelde derinde bulunan infiltratif veya intraduktal meme kanseri ile ilişkilidir. İleri yaşlarda sıktır. Mammografilerde meme başı ve areolada kalınlaşma, subareoler kitle, meme başında kalsifikasyonlar izlenir. Meme başının altındaki duktuslar dilatedir. Sıklıkla menapozal veya perimenapozal kadınlarda görülür .
10. İnflamatuar Meme Kanseri
Meme kanserleri içerisinde en letal form olan inflamatuar meme kanser ilk olarak 1814 yılında Charles Bell tarafından memede kitle, ağrı ve kitlenin üzerindeki ciltte renk değişikliği olarak tanımlanmıştır. Dermal lenfatiklerde invazyon vardır. Primer ve sekonder olmak üzere iki tipte görülür. En karakteristik mammografik görünümü memede diffüz olarak artmış doku dansitesidir, cilt ve ciltaltı dokularının kalınlığında artış izlenir. Meme başı retraksiyonu veya aksiller lenfadenopatiler izlenebilir .
III. DİĞER MALİGN MEME LEZYONLARI
1. Lenfoma ve Lösemi
Memenin primer non-hodgkin lenfoması memenin malign lezyonlarını % 0.1-0.5 ini oluşturur . Lenfomatöz veya lösemik depozitler genellikle dissemine ve multisentrik hastalığın infiltrasyonlarıdır. Mammografilerde stromal dansitede diffüz artış, ciltte kalınlaşma, parankimal nodüler kitleler ve aksiller lenfadenomegaliler görülür . Lenfomalar aksiller veya intramammer lenfadenopatiler oluşturabilir ya da iyi veya kötü sınırlı meme nodülleri şeklinde görülebilirler .
2. Metaplastik kanserler
Skuamöz ve sarkomatöz metaplaziler en sık invaziv duktal karsinomlarda, primer meme sarkomlarında ve phylloid tümörde görülebilen yassı hücreli, spindle hücreli ya da heterolog mezenşimal büyüme gibi patolojik bulgulardır. Genellikle az diferansiye tümörlerde görülürler ve kötü prognoz gösterirler. Meme kanserlerinde metaplastik değişiklikler seyrektir
3. Sarkomlar
Fibrosarkomlar en sık primer meme sarkomlarıdır. Fibroadenoma benzerler, ancak düzensiz konturlu, lokal infiltrasyon gösteren ve çok hızlı büyüyen kitlelerdir.
4. Metastatik Meme Lezyonları
Memeye metastazlar, meme malignitelerinin % 1-2 sini oluşturur . Mammografik görünümleri fibroadenoma benzeyen iyi sınırlı bir kitle şeklinde olabilir. Memeye en sık karşı memeden, lenfoma, melanom, yumuşak doku sarkomları, granülositik sarkoma , akciğer bronş karsinomu , mide, prostat, over ve serviks malignitelerinin metastazları görülür . Daha az sıklıkla memeye metastatik tranzisyonel hücreli karsinoma metastazı bildirilmiştir Metastazlar en sık soliter ve düzensiz konturlu kitleler şeklinde görülür. Memeye metastazların % 85’ i soliter ve unilateraldir, mammografide metastazlar yuvarlak, multiple, düzensiz kenarlı kitleler şeklinde izlenirler. Ultrasonografide multiple hipoekoik solid kitleler görülür.Meme kanserlerinin kendi metastazları ise sıklıkla, akciğer, karaciğer, kemik, plevra, sürrenal ve böbreklere olmaktadır. Daha az sıklıkla metastazlar dalak, pankreas, over, beyin, temporal kemik ve tiroidde izlenmektedir.

8.12.2008

Bakireyken gebe kalınabilir

0 yorum

Jinekolog Dr. Türker Kavas en çok merak edilen soruları cevaplandırdı.
Kızlık zarı civarına bulaşan spermler vajinal sıvıya karışarak, daha hızlı bir şekilde rahim içine kadar ilerleyebilir. Burada hazırda bekleyen yumurta varsa, döllenme ve gebelik oluşabilir.

Jinekolog Dr. Türker Kavas en çok merak edilen soruları cevaplandırdı.

Hangi durumlarda hamile kalınır?

- Yumurtlama zamanında, yani ortalama adetin başlangıcından sayarak 10-15. günlerinde bulunuyorsanız ve bu sırada ilişki kurulmuşsa...
- Vajen içerisine veya girişine sperm gelmişse hamile kalabilirsiniz.
- Adet döneminde hamilelik ihtimali çok çok zayıf bir olasılıktır.

Cinsel yolla bulaşan hastalıklar nelerdir?

- Herpes
- Sifiliz (frengi)
- HPV (Human papilloma virus)
- Gonore (bel soğukluğu)
- Hepatit B
- HIV (AIDS)
- Candida (mantar)

 

Zirve100 Toplist
Türkiyenin Tikky Sitesi Türkiyenin Tikky Sitesi